"Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum
Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum."
Zaman geçmiş. Sahiden ne çabuk geçmiş zaman. İnsanlar yaşlanmış. Çok değil denilse de belki yirmi yıl olmuş. Mahallenin silueti değişmiş. Evler yıkılmış. Eski kadınların sesi gitmiş, sokakta oynayan çocukların cıvıltısı, mahalle bakkalının veresiye defteri, ... Hepsi gitmiş. Erkekleri ölmüş, kadınları dul kalmış. Çocuklar büyümüş, evlenmiş, ana olmuş, baba olmuş, onlar da yaşlanmış. Birileri mahalle değiştirmiş, birileri dünya. Bırakılan bırakıldığı yerde kalmamış.
Peki ne oldu? Bunca zaman sonra göz nasıl ilişti, kulak nasıl duydu, yürek nasıl hissetti? Geçmiş, gitmiş her şey? Peki ya nasıl geçip gitmiş? Bir yürek ferahlığı mı, bir vicdan muhasebesi ya da bir yürek yangını mı? Geçip gideni tutmak ne mümkün? Ya şimdi tutulsa zamanın bir ucundan? Tövbenin bir kenarından? Bir bozukluktan, bir şiirden, bir şehirden, bir merhametten, bir inanmaktan, bir sabah ezanından? Çok mu geç kalındı? Vakit daralmakta. Bir karar vermeli, bir duaya iştirak etmeli, bir yolculuğa niyet edilmeli, bir memleket terk edilmeli, bir yüke omuz vermeli. Bir şeyler yapmalı yahut yapmayı denemeli. Vakit daralıyor. Tik tak, tik tak...
"Dönülmez akşamın ufkundayız vakit çok geç
Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen
geç"
Geç kalmışlığın, son anda fark edişlerin, ara verip geri dönüşlerin hikayesi. Peki ya Behçet Bey ne zaman ve neden gülümsedi?