Aylin Balboa, bize yokluklar yoksunluklar üzerinden -muhtemelen otobiyografik- bir roman bağışlıyor, acılarla yontulmuş bir zihnin trajikomik söylevine ortak ediyor.
Babam öldü demiyor, 60 yaşından sonra konuşmayı bıraktı diyor, kara haberler karşısında Afrika kıtası yokmuş gibi davranıyor, ‘İyi misin neyin var?’ sorularını, çişim var, diye cevaplıyor, bir sabah uyandığında kendini yatağında bulamıyor, çıkıp sokak sokak onu arıyor, bardağın dolu ya da boş olmasını umursamıyor. Bir bardakta su varsa alıp içiyor, sonra zihninin kuytularına gömülüyor yeniden. Sonra kuyulardan bahsediyor, bir başkasının yüzüne bakarken kaybolacağınız kuyular, belki bilirsiniz.
Ağlattı ağlatacak derken kahkahaya boğuyor, sonra o malum buruk tebessüm kalıyor dudaklarda. Bir kadınının, bir genç kızın, bir çocuğun gidenlerin ardından kendi yaralarını eşelemesine tanık ediyor bizi.
Kitabın insan olarak bir öznesi yok, bu kitaptaki özne bir insanın içi, hissettikleri, hissettiklerinin hissettikleri, yazarın kafası ve kafasının içindekiler. Bence kitabı güzel yapan şeylerden birisi de bu. Bayılıyorum bu kafaya..
Şu ana kadar yazdığı kitapları okudum, okumuş olmamın burukluğuyla okudum. Çünkü hüznün mizahını yapan derlemeler bana hep beni hatırlatıyor.
Bir yaranız varsa kanamaya başlayacak, eğer yaranız yoksa bilmiyorum ne hissedersiniz.
Lütfen daha fazla yaz, sevgili Aylin.