Bu aralar okuduğum eserlerin neredeyse hepsine “muazzam” diye başlıyorum. Dolayısıyla ‘Acaba ben mi zayıfım, yoksa eserler mi çok güçlü?’ diye düşünmek düşüyor payıma. Düşünüyorum. Belki ben zayıfım ama eserlerde gerçekten güçlü.
Bu Jack London’un okuduğum ikinci eseri. İlk olarak Beyaz Dişi okumuş ve uzun süre etkisinden çıkamamıştım. Eserdeki kurt, sadece bir hayvanı değil bir insanı temsil ediyordu. Sahibiyle olan ilişkisi, insanın tanrı ile olan ilişkisiydi aynı zamanda. Dolayısıyla bir parça kendim vardım orada. Yarısı kurtta, yarısı sahibi olan tanrı insanda...
O eser, okuduğum bu esere olan beklentimi ziyadesiyle arttırdığı için yüksek bir beklentiyle başladım esere. Ne yalan söyleyeyim, karışık betimleme ve zayıf tasavvuru ile eserin başında bir hayli sıkıldım. Çünkü ne olay ne de karakterleri oturtabildim. Üstelik hikayede bir türlü netlik kazanmıyor ve her şey muğlak ilerliyordu.
Lakin ortalarına doğru eser öylesine açtı ki kendini, adeta Jean-Jacques Rousseau , Tolstoy ile bir olup, George Orwell ile Cengiz Aytmatov’a üstün felsefeleriyle roman yarattırıyorlarmış gibiydi. Bunu Jack London’u küçümsediğim için değil, bilakis onu yücelttiğim için söylüyorum. Öylesine doğalcı bir felsefe, öylesine spiritüel bir anlatış, öylesine muazzam bir romana dönüşmüştü ki, bunu başka türlü anlatamazdım.
Muhakkak tavsiye ediyor ve esere düşük puan verenleri esefle kınıyorum.