İnsan acılarından tanır ya karşısındakini, öyle işte öykümüz. Gerçekliğimiz. O gün, onun dünü, bugünümüz, yarınımız, yarının dünü ve öbür günü... Acılarımızla doluyor. Bir halk ki her devirde bir kolu kesiliyor, kan revan içinde çırpınıyor. Yanlışlar, hatalar... Mecburiyet sayılanlar ve kabul edilmeyenlerle dolu bir bugün ve tarih yaratanlar... Cümleler üçer noktalı, bitmeyen hikayelerle karalanmış mezar taşları... Öyle gerçekten, tarihte yaşandığını bildiğimiz fakat isimlendirmesini herkesin farklı yaptığı türlü hadiseler vardır. İşkenceler, katliamlar, acılar yaşandı geçmişte. Her ideolojiye göre değişen isimleriyle yaşanan türlü trajedi. Adına ne derseniz diyin yaşayandan öte söz hakkınız olamaz, duyguları paylaşılmaz sonuçta ve isminin ne olduğuna hayatta kalan zedeleri karar versin bırakalım da. Karakterlerimiz acılarını yakinen hissedebilen, farklı yüzyıllardan aynı acılarla sıyrılıp bugünde buluşan, aralarındaki duygusal paylaşımı uydurabilen kişiler. Lüsi'nin şen şakrak ve ışıltılı gözlerinde kalbinin yanısamasını gördü Tarık, Lüsi de Tarık'ın hikayesinde kendi ailesini. Birbirlerine, tanışmadan yıllarca hasret kalmış üç kişinin ve milyonların toplanmış acı hikayesi aslında bu kitap. Ne yazık ki asırlarca acı yarattığımızı, bitmediğini ve ne acı ki yakın zamanda bitmeyeceğini bilerek ama biteceği günleri özleyerek okuduğumuz bir hikaye. Tarihin hikayeleştirilerek okunması benim için daha anlaşılır olduğundan merakla okudum.