Bugün yurdumuzda kızıl, kızamık, çiçek, tifo, tifüs ve çocuk felci gibi hastalıkların kökü kesilmişse, bunu yaya ve yalnız başına, çocuklarımızı aşılamak için köy köy, dağ tepe gezen fedakâr sağlık elemanlarına borçluyuz.
Köy enstitüleri çok değil bir yirmi yıl daha yaşasaydı, bugün Türkiye çoğu sorunlarını çözmüş, ulusal geliri çok daha fazla; köyleri, kentleri daha başka bir ülke olabilirdi!
Köy enstitülerinden mezun olmuş insanların hemen hepsi, Atatürk ilkelerine yürekten bağlı, yurtsever, çalışkan, yiğit kişilerdir. 1950’lerden sonra siyasal iktidarların baskıları karşısında yön değiştirmiş, ödün vermiş kişiler çıksa da köy enstitülü öğretmenlerin büyük çoğunluğu zalime boyun eğmemiştir.
1940’larda Platon’u, Aristo’yu, edebiyatın dünya klasiklerini okumuş köy çocukları, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin eğitim ordusuna katılıyor, her biri bir dağ köyünde, kuş uçmaz kervan geçmez yerlerde aydınlanma ateşini tutuşturuyordu.
Bizim köyün etrafında Alevi köyleri de vardı. Bu köylerde gerek komşuluk gerekse insani ilişkiler bakımından candan sevdiğimiz dostlarımız vardı. Onlarla gayet iyi münasebetler içindeydik.Bu ülke için herkes ortak mücadele etmiştir. Yurt savunmasında, askerlik yaparken, vergi vermede herkes nasıl yükümlülüklerini ortak yerine getiriyorsa, herkes haklarını kullanmada da eşit olmalıdır. Varolan farklılıklarımızı zenginlik olarak görmeliyiz.
“Başarıya ulaşabilmek için, öyle bir program uygulamak zorundayız ki, ulusumuzun bugünkü durumuna,toplumsal ihtiyaçlarımıza,
çevrenin ve çağın gereklerine tıpa tıp uygun olsun.”
Mustafa Kemal Atatürk