Yürüyüp şifonyerin çekmecesini açarken çelik gibi bir kararlılık doldurdu içimi. Prens beni hissedebildiğine göre, hâlâ New Orleans’ta olduğumu biliyordu mutlaka. Gidersem, peşimden gelirdi. O piçi öldürmeye yetecek kadar bir süre zayıflatmanın bir yolunu bulana dek yer değiştirip durmam gerekiyordu sadece. Yokluğumda, Ren ve Tink Kristal’i bulmak için Tanner’la birlikte çalışabilirdi. Güvende olurlardı ve tek önemli şey buydu.
Çekmeceden birkaç pantolon çıkardığım sırada kapı açıldı. Hızla arkamı dönüce, Ren’in eşikte dikildiğini gördüm.
Hasiktir.
İlk hamleyi kim yaptı bilmiyorum. Ben olabilirim. Belki de Ren. Ama aramızdaki mesafe her ne kadarsa buharlaşıverdi ve beni öpen o muydu, onu öpen ben miydim bilmiyorum. İkimiz de birbirimizi kavramıştık. Ren yanaklarımı tutuyordu. Ben parmak uçlarımda yükselip onun omuzlarına yapışmıştım. Dudaklarımız birleştiğinde ise bu en tatlı, en yumuşak öpüşmeydi. Dudaklarımızın dokunuşu, birbirimizi yeni tanıyormuş gibi bir keşfe dönüştü ve... Bizim için gerçekten de öyleydi.
Kelimelere yer yoktu. Kalçalarımızın temposu hızlanırken onlara hiç yer kalmamıştı. Sadece kısacık saniyeler süren inlemeler ve daha derin sesler çıkarırken ayrılıyordu ağızlarımız. Ter bedenlerimizi ıslattı, tenlerimiz ışıldadı. Bedenimdeki her bir kas gerilmiş, ardı arkası gelmeyen dalgalar halinde hafifçe yayılıyor gibiydi.
Bu... Bu sevişmekti -tatlı, istikrarlı ve insanın ruhunu kavuran türden. Her bir uzun öpüşü, her darbesi beni olabilecek en iyi şekilde mahvediyordu. Kendimi daha önce hiç Ren’e bu kadar yakın, bu kadar aşık hissetmemiştim.
Göğsüm sıkıştı ve o anda söyleyebileceğim en gerçek şeyi fısıldadım. “Senden nefret etmiyorum.”
Ren ellerimi daha sıkı tutup başını eğdi. Konuştuğunda kıvırcık saçları önüne düştü, sesi boğuktu. “Seni kaybedemem.”
“Kaybetmedin.”