Cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte modernleşmeyi ulusal bir misyon olarak tanımlayan Türkiye’nin en önemli handikapı çağdaşlığı değişmeyen kalıplar içinden algılaması oldu. Hâlâ süregelen bu anlayış, modernliğe uygun olmadığı düşünülen var olma hallerini kamusal alanın dışına iterken devletle toplum arasındaki mesafeyi de açtı. Böylece farklı yaşam biçimlerinin ayrı birer cemaat olarak şekillendiği, bu cemaatler arasında kaçınılmaz bir yabancılaşmanın sürekli beslendiği bir toplum haline gelindi. Bir hakemlik kurumu olması gereken laiklik ise, dindarlığın hukuksal bağlamda devlet tarafından tanımlanmasıyla sonuçlandı. Bu durumun en vahim sonucu bizimkine benzemeyen yaşam biçimlerinin birer şablona indirgenerek çoğu zaman kolaylıkla “çağdışı” olarak mahkûm edilebilmesiydi. Böylece toplumun farklı kesimlerinin birbirini tanıma ve anlama imkânı daralırken, kamusal alan bir çatışma ortamı olarak görülmeye başlanmıştı. Söz konusu tehlikeyi farkeden TESEV,1999 yılında dindarları anlamaya yönelik ilk saha çalışmasını kamuoyuna sundu. Ali Çarkoğlu ve Binnaz Toprak tarafından yürütülen araştırma birçok önyargının kırılmasına önayak olurken, dinle siyaset arasındaki bağlantıyı gerçek boyutuyla ortaya koymaktaydı. O çalışmadan 7 yıl sonra TESEV aynı akademisyenlerle aynı konuya bir kez daha el atıyor. Şimdi karşımızda daha farklı bir Türkiye var. Kimliklerin özgüven kazandığı, katılımcılığın vazgeçilmez bir vatandaşlık hakkı olduğuna inanılan bir zihni atmosferde yaşıyoruz. Türkiye toplumunun bu açılımlar karşısında nerede durduğu, dini ve dindarlığı nasıl algıladığı, inanç ile değerler arasında nasıl bağlar kurduğu muhakkak ki günümüzün demokratik ihtiyaçları açısından hayati önem taşıyor. Elinizdeki çalışmanın kendimizi tanıma, önyargılarımızla yüzleşme ve bize benzemeyen hayat tarzlarını anlama açısından getirdiği katkıların, Türkiye’nin ihtiyacı olan toplumsal barışa da hizmet edeceğini umuyoruz.