Bence asıl şimdi, Peyami Safa'nın bu yazısını yıllar sonra koleksiyonlara bakıp okurken, “şaşmamak elden gelmiyor”.
Şaşılacak şey, Peyami Safa'nın o zamanlar Ulus'un birinci sayfa yazarlığına getirilmiş olması değil... Milletvekili adayı gösterilecek olması da değil...
CHP'de artık, onun gibi “sağ” çizgide olan - bazı
“Anadolu’yu yıllarca mezhep kavgalarıyla yer yer mezbahaya çeviren taassubun yeniden hortlaması ihtimali, bizim için Bolşeviklik tehlikesi kadar korkunçtur.”
Amerika’yı doğrudan doğruya karşısına alan, Türk hükümetini de Amerika’nın dümen suyuna girmekle suçlayan bir tek etkili basın organı vardı: Markopaşa...
Sabahattin Ali’nin başyazıları. Aziz Nesin’in, Rıfat İlgaz'ın yazıları, Mim Uykusuz’un karikatürleriyle çıkan, ikide bir de kapatılıp, yayınına - Merhumpaşa, Malumpaşa gibi adlarla- devam eden ünlü “haftalık siyasî mizah gazetesi”.
Çıktığı zamanlarda hep izliyordum. Adı üstünde, bir “mizah gazetesi” olsa da, içinde Sabahattin Ali’nin başyazıları gibi ciddi üsluplu yazılar da vardı. Gerçi bunlar da kafamdaki ideolojik sorulara cevap verecek görüşler içermiyordu. Çoğu, hükümete karşı siyasî muhalefet niteliğindeydi. Fakat Türk basınında Amerika ve Amerikan dostluğu lehindeki tekdüze yayınlarla şartlanmış olan kamuoyunu sarsıyordu, düşündürüyordu.
Sonraları, Markopaşa'yla ilgili tezler, kitaplar yazıldı. Ne kadar yazılırsa azdır. Markopaşa, demokrasiye geçiş dönemimizin en önemli basın organlarından biridir.
"Bülent Ecevit’le ilk karşılaşmamı hatırlarım.
Niçin? Alışılmamış derecede, bize yabancı gelecek derecede na zikti de onun için.
Galiba bir konser ya da bir başka toplantı haberiyle ilgili bir şey söylemek için gelmişti. Ben önümdeki haberle uğraşırken devamlı olarak, ‘Efendim,..’, ‘Nasılsınız?’, ‘Teşekkür ederim’, ‘Rica etsem’, “Mümkünse...” gibi bizim odada nadiren kullanılan kelimeleri işittikçe, dikkatim, tabiî, oraya çevrildi.
Üstelik sadece üslubu değil, giyimi de yabancıydı. Üstünde, galiba biraz kırçıllı bir kumaştan, dirsekleri, -yamalanmış gibi- meşinle kaplı bir ceket vardı, (ceketin) içinde de gene meşin bir yelek. ..
İşin tuhafı: Bizim öteki arkadaşların konuşma üslubunda da birdenbire bir değişiklik olmuştu. Sabahları odaya girerken herkesi, “Merhaba Allahsızlar” diye selamlayıp “Feneri nerede söndürdünüz?” diye sormaya ve amirleriyle konuşurken de nezaket kelimelerine pek yaklaşmamaya alışmış bir arkadaşımız, kendinden yaşça belki daha küçük olan ona “Aman Bülent Bey, biz rica ede riz... Ne demek efendim... Bir kahvemizi içseydiniz” demeye baş lamıştı.
O odadan çıkınca da arkadaşımızın gözü bana takıldı. Üslubundaki değişikliği açıklama ihtiyacından olacak... Gelenin kimliği hakkında bir benim, bilgim yoktu çünkü:
- Çok efendi çocuk şu Bülent Bey, dedi"