...işte orada (son düştüğü ve yakalandığı pusuda) ölümü düşündüm bak. Ölüm ürkütücü gelmiyor insana. Ama insan ölümü kabul edemiyor. Kesin bir gerçek bu. Bilimi düşünüyorsun orada. İki yüz yıl, üç yüz yıl sonrasını düşünüyorsun. Ve bilimin insanlığa getireceklerini. Ve birden içinde bulunduğun o durum anlamsız geliyor sana. Lonesco'nun oyunları gibi bir şey. Saçma geliyor kimi şeyler sana o anda. Yaşaman gerektiğini kavrıyorsun. Bilim almış başını yürürken, karşındaki bir sürü insanın ne kadar küçük şeylerle uğraştıklarını düşünüp acınıyorsun. İçerliyorsun. "Lanetli adamlar" diye geçiriyorsun kafandan. İnsanlığın geleceğini, ve senin o günleri göremeyeceğini düşünüyorsun; insanı hüzünlendiriyor bu. Bir yanda güzel, eşsiz bir gelecek, bir yanda o güzelim günleri göremeyeceğin duygusu. "Nasılsa öleceğim" diye düşünmeye başlıyorsun.
Hiç olmazsa olağandışı durumlarda ayakları oynar, bacakları titrer insanın. Baktım, üçü de o kadar olağan yürüyüp gittiler ki ölüme. Hiç sinirli değillerdi.
Bu yeni kuşak, bizler gibi değil. Öyle uzun boylu düşünce tartışmaları falan da yapmaya fırsat bulamadı bu kuşak. Üniversite özgürlüklerini yaşamanın ne olduğunu bile anlayamadan kendilerini eylemin içinde buluverdi çocuklar.
Örneğin, Beethoven'ı doyasıya dinleyemediler.
Eisenstein'ın filmlerini, Pudovki'nin filmlerini bile şöyle rahatça, zevkle seyredemediler.
Düşünsene, bir resim sergisini bile şöyle içlerine sindire sindire gezip görme olanağı bulamadılar.
Bu eksikliklerin onlara çok zararı oldu.
Marksizm-Leninizm, nasıl insanlığın bir ürünüyse, bunlar da, bu söylediklerim de insanlığın uzun yüzyıllar sonunda yarattıklarıdır, ürünleridir.
Bu yeni gelen kuşak, insan olarak, bunların, bütün bu insanlık ürünlerinin çoğundan yoksun kaldı. Hiç de iç açıcı bir durum değil bu.
Önemli değilmiş gibi görünür ama, yahu bu çocuklar doğru dürüst âşık bile olamadılar.