Elizabeth döneminde, mezhep değiştirip Protestanlığı seçen İngiltere, Kıta Avrupası'ndaki amansız düşmanları Katolik Fransa ile İspanya yetmezmiş gibi, ada komşusu İskoçya'ya karşı da sürekli tetikte olmak zorundadır. Üstelik içerdeki Katolik İngilizler ve Fransa'dan kaçmış Protestan Huguenot'lar her an işleri karıştıracak gibidir. İşte bu tehditlere karşı geniş bir istihbarat ağı kurulur ve Cambridge'de ilahiyat okuyan, asıl sevdası şiir ve tiyatro olan genç Christopher Marlowe, kendisini hiç istemediği kokuşmuş ilişkiler zincirinin içinde bulur. Kısacık ömrüne, birçok sanatçıya esin kaynağı olacak çapta eserler sığdırabilmiş Marlowe.
İngiliz edebiyatının Shakespeare'den önceki en parlak isimlerinden biri olsa da sesini gerektiği gibi duyuramadan yitip giden bir şair. Deptford'daki Ölü Adam Anthony Burgess'in öğrenciliğinden beri büyük yakınlık duyduğu Marlowe'un kuşkulu ölümüne, Elizabeth döneminin bütün dokusunu içinde barındıran muhteşem bir ağıt yaktığı son romanı; birçok eleştirmene göre "ustalık eseri." Bu yüzden bu romanı, iki büyük ustayı anarak okumak gerek. Bir de, vatan-millet-ihanet-devlet kavramlarının tanıdık temalarına dikkat ederek!