"Hz.Osman fitne ile Müslümanlar arasındaki sınır idiyse, Abdülhamid de bu çağda insanlarla fitne arasındaki perdeydi. Bu perde yırtılınca fitneler ortaya çıktı."
Sultan II.Abdülhamid'in tarafsızlığı, Avrupalı devletlere güvensizliğin ışığında bilinçli bir karardı. Mümkün olduğunca savaşlardan uzak kalmayı, sonra da eldeki toprakları muhafaza edebilmeyi arzu ediliyordu. Bu çerçevede 1880'lerden itibaren sömürgecilerin iştahını kabartan Kuzey Afrika, Hicaz ve Balkanlara hassasiyetle eğilmiş, buraları en azından hukuken Osmanlı sınırları içerisinde tutabilmek için gayret sarf etmiştir. Özellikle Cezayir, Tunus ve Mısır konusunda Fransa ve İngiltere'ye yönelik tutumu bu anlayışa örnek gösterilebilir. Nitekim Osmanlı Devleti fiilî işgalleri hiçbir zaman kabullenmeyerek, bu toprakları hukuken kendi vilayeti olarak görmeye devam edecektir.
Alınız ilmin garbın, alınız sanatını
Veriniz hem de mesainize son süratini
Çünkü kâbil değil artık yaşamak bunlarsız
Çünkü milliyeti yok sanatın ilmin yalnız.
Bu beyitlerdeki sanat güzel sanatlar değil, teknoloji, zenaat ve sanayidir.
Osmanlı Devleti'nin mevcut gücü ve kabiliyetinin farkında olan Sultan II.Abdülhamid bu açıdan Batılılara karşı duygularıyla değil, gerçekçi bir politika takip etmek istemiştir. Bu politikaya göre, Osmanlı Devleti yeryüzündeki Müslümanların tek ümidiydi ve Müslümanların nihaî kurtuluşu ancak güçlü bir Osmanlı Devleti sayesinde mümkün olabilirdi.
Onu tanıdıkça kendimizi de tanımış olacağız. Üstad Necip Fazıl'ın dediği gibi "Tarihteki baş dostumuz" odur. "Baş düşmanımız" kim mi? Sultanın düşmanları kimlerse onlar...
Tam 33 yıl süren ve Sultan IV. Mehmed'den sonraki en uzun süreli hükümdarlığı sırasında en ağırı 93 Harbi'nde olmak üzere bazı toprak kayıpları yaşanmış olmasına rağmen imparatorluğun geleceğini emanet edeceği Müslüman omurgayı büyük ölcüde zedelenmeden korumayı başarmıştı.