Hiç kız arkadaşı yoktu: Evine gelen kızların hiçbirine yakın olmuyordu. Anne babasının baskısı yoktu üzerinde, on altı yaşından sonra neredeyse tam anlamıyla özgür bir kızdı. Kendi hayatını yaşıyordu, ama yalnız bir hayattı onunki. Ruhu aynı zamanda hem tutuşuyor, hem de sönüyordu, kafeste bir kuş gibi çırpınıyordu: Kimse sıkmıyordu onu, kimse tutmuyordu, ama o çırpınıyor, acı çekiyordu. Bazen anlamıyordu kendini, hatta kendinden korkuyordu. Onu kuşatan her şey sanki anlamsızmış, sanki anlaşılmazmış geliyordu ona. "Sevgisiz nasıl yaşayacağım? Oysa sevebileceğim kimse yok!" diye düşünüyordu; bu düşünce, bu duygu dehşete düşürüyordu onu.
Zamanla sakinleşmişti, kendine gülmeye bile başlamıştı, günlerini sakin geçiriyordu. Ama sonra birdenbire içinde kendisinin de bilemediği, isimlendiremediği bir şey ısrarla kaynamaya, dışarı çıkmak istemeye başladı. Fırtına dindi, bitkin, uçmasına yetmeyen kanatları düştü, ama bu fırtınalar izler bıraktı onda: İçinde olup bitenleri ne kadar gizlemeye çalışırsa çalışsın, huzursuz ruhunun hüznü dıştan sakinliğine gene de yansıyordu ve evdekiler onun bu durumuna haklı olarak sık sık omuz silkiyor, şaşıyor, onun "tuhaflıklarını" anlayamıyorlardı.
Vatanından söz edilince nasıl birdenbire değiştiğini fark etti. Yalnızca yüzü kıpkırmızı olmamıştı, sesi yükselmiş, titremeye de başlamamıştı... hayır! Bedeni tümüyle öne çıkmıştı sanki, dudakları acımasız bir ifadeyle kasılmış, gözlerinin derinlerinde sessiz, sönmeyen bir ışık parlamıştı. Ülkesine gidişiyle ilgili konuşmaktan pek hoşlanmıyordu, ama Bulgaristan'la ilgili herkesle seve seve konuşuyordu. Hiç acele etmeden Türklerden, onların baskılarından, yurttaşlarının çektikleri acılardan, onların umutlarından uzun uzun bahsediyordu. Her sözcüğünde yıllar boyu birikmiş tek düşüncenin, tutkunun sesi duyuluyordu.