SÖYLEM ÜSTÜNE SÖYLEM
Bir söylem bolluğu içinde yaşıyoruz. Tıpkı kelime permütasyonlarıyla yeni cümleler elde etmemiz gibi cümlelerin art arda eklemlenişiyle yeni söylemler elde ediyor, onları nüanslandırıyor, geliştiriyor ve çoğaltıyoruz. Eski moda savaşların çok daha iyi bileylenmiş silahlarla yeniden üretildiği, nesneleri ve tarafları belirsiz, sınır ihlallerinin yapıldığı ve oyuncuların birbirine karıştığı bir uyurgezerlik hali, yani bilip-bilmeme düzlemindeyiz. Bazen hâkim söylem biçiminin özcü formalarını taşıyarak topluma açıldığını (Hegelci genellemeler), bazen de dağınık görünen postmodern düşüncenin tek bir söylem çatısı altında toplandığını görüyoruz.
Söylemin Düzeni’nde Michel Foucault: “Bugün yapmak zorunda olduğum konuşmada ve burada belki de yıllar boyunca yapmak zorunda kalacağım konuşmalarda, hiç kimseye sezdirmeden eriyip gitmeyi dilerdim”. Söylem aşırılığının içerisinde eriyip gidiyoruz. Dahası Foucault: “Söze başlamaktansa, sözün beni sarıp sarmalamasını ve beni her türlü olası başlangıcın çok ötelerine taşımasını isterdim. Konuşacağım sırada, kimliği bulunmayan bir sesin benden epey önce söze başlamış olduğunu farkedivermek ne hoş olurdu: o zaman sözcükleri bağlamak, cümleyi sürdürmek, kendisini, sanki bir an için, askıda tutarak bana işaret vermişçesine yarattığı boşlukların arasında, hiç kimsenin fazlaca dikkatini çekmeksizin yerleşivermek yeterdi bana. Böylece başlangıç olmayacaktı; ve söylemin kendisinden kaynaklandığı kişi olacak yerde, onun uzayıp gidişinin rastlantısallığında zayıf bir boşluk, olası eriyişindeki bitiş noktası olacaktım”.
Bu endişe, ‘belirsiz olageliş’lerle sınırlanmış politik ve felsefî istekler karşısında tekil kalmış bir duygulanımdır. Önceki düşünürlerin özneyi tarihsel gelişimi içinde dramatize eden genel bilgi yapılarına karşın Foucault, öznenin oluşum sürecindeki koşulların ve bu koşullar arasındaki ilişkilerin araştırılmasını tavsiye eder. Sözü edilen endişeyi silkeleyebilmek için de alışılagelmiş katmanları, tarihin istif ettiği o bilindik ayrımları, a priori kategorileri ve yürürlükteki önyargıları sarsmak, parçalayarak ayrı bir bütünlük oluşturmak gereklidir.
Söylem heyulası, hacmi ve ağır kokusuyla giderek hantallaştı. Logos’a gönderme yapan, rehavetle yinelediğimiz ele avuca sığmayan sözler, (Her baskı bir direniş yaratır vb...) hem iktidarın kurgulanış biçimini ve tahakküm sanatını es geçmemize neden olacak, hem de varoluşsal özgüvenimizi doyuramayacaktır.
Her çağ kendi söylemlerini yaratmıştır. Zamanın ve toplumların kendini gizleyen yapılarını çözümlemek ancak söylemlerin türüne ve çeşidine bakmakla mümkün…Söylemler gerçeğin karşısında filtre işlevi görürler. Aksi halde, gerçekleri “olduğu gibi” kabul etmek hakikatin yalınkat bir boyutunu verecektir ve belirli bir söyleme dönüşmemiş gerçekler kuru ve yavan hakikat parçaları olarak kalacaktır.
Bu sayımızı, özellikle son yüzyılın söylem biçimlerine ayırdık. “Söylem üstüne söylem”de bulunarak muhtemel en geniş imkânları ve katkıları aramaya çalıştık.