Ziya Gökalp, musikîmizi Bizans'a, şiirimizi Acem'e, düşüncemizi Arab'a mal edip, bizim için bir çıkış yolu arıyor, bunu da sözde halkta buluyordu. Halk musikîsi, halk şiiri gibi. Folklor seviyesinden ileri gidemiyordu. Oysa, Nedim, Nef'î, Bâki, Nâbi, Itrî, Dede efendi halk kişileri değil miydiler? Bu halkın çocukları değil miydiler? Saray bu halkın sarayı değil miydi? Hükümdarlar da bu halkın hükümdarları değil miydi?[...]
Güçlü bir kalemi, sistematik bir kafası olmasına rağmen dayandığı aksiyomlar yanlış olduğundan gerçeğin tam tersi bir neticeye varıyordu...
Ziya Gökalp'le birleşen noktalarına karşın, ayrılma noktaları daha fazla olan bir düşünüşü vardı. O, heceye koşan yeni yetenekler için: "Zavallı gümüş balıkları,
Orhan Seyfi Orhon'un oltasına takıldılar!" Oysa olta Orhan Seyfi'nin gibi görünse de, aslında Ziya Gökalp'in oltasıydı..."
- "Şair, alelâde kişiye yaklaştı. Şairin cemiyette bocalayan bir kişi olduğu inancı yerleşti şiire.
Behçet Necatigil, bu ezilen kaçan insanın şiirini yapıyordu; bir
Cahit Sıtkı Tarancı kopyasıydı . Cahit Sıtkı'nın şiirinde, insan güçsüz, zaman ve ölüm yaman, dünya aydınlık iken, âlemin bu parlaklığı ile insanın zayıflığı arasındaki çelişme Cahit Sıtkı şiirinin şiddetini sağlarken, Necatigil bu insana uygun bir çevreyi de veriyor, şiirin gücünü bu uzlaşmadan çıkarıyordu..."
Cahit Sıtkı Tarancı ve arkadaşlarının şiirinde (Mutlak)la yaralı ya da zengin yaşamak vardır. Değişmelerin gerisindeki gerçeği, insanı ya ön, ya arka plâna alarak aydınlatan şiirlerdir bunlar..."
Melih Cevdet Anday'in şiiri, dar ve özel anlamında gerçekçi bir şiir. Yaşamak için gerekli hayatı, ekmeği kazanmak cinsinden bir hayatı, cemiyetteki yanından ve düz olarak anlatıyorlardı. Şiir (fevkalâde)nin yaratılışı değil, (alelâde)nin anlatılışıydı. Şairânelik alay konusu olmuştu. Kelime şiirde ve düzyazıda farklı kullanışta değildi. Savaş gibi güçlü bir şoktu bu şiir. Bu kuvvetli şokladır ki, günün iyi şairleri büyük sarsıntı geçirir.