Ahmet Bey, kaleme girince arkadaşlarına söyle bir baktı. Güldü. Boyun kirdi. Başını salladı:
Nasıl gördünüz mü? Dedi.
Yirmi dört saat evvel Allah’tan ziyade Abdülhamit’ten korkan katiplerin henüz benizlerine kan gelmemişti. Hepsi, yeni geçmiş bir fırtınanın kapalı yerlere savurduğu sonbahar yaprakları gibi solgundu. İçlerinde korkunç bir “şüphe“ çarpıyor, sormadıkları bir “acaba?“, sökülmez bir hıçkırık ıstırabıyla boğazlarına tıkanıyor, dalgın birbirlerine bakışıyorlardı. Ahmet Bey koltuğuna oturdu. Parlak beyaz kolluklarını yenlerinden fırlatan hususi bir hareketten sonra fesini çıkardı. Masasının üstüne koydu. Bir çelik yay gibi kuruldu. Kabardı:
Yoksa, hala haberiniz yok mu?