Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Egemenlik İlkesi Modern İktidarın Tarihi ve Temelleri

Gerard Mairet

Egemenlik İlkesi Modern İktidarın Tarihi ve Temelleri Sözleri ve Alıntıları

Egemenlik İlkesi Modern İktidarın Tarihi ve Temelleri sözleri ve alıntılarını, Egemenlik İlkesi Modern İktidarın Tarihi ve Temelleri kitap alıntılarını, Egemenlik İlkesi Modern İktidarın Tarihi ve Temelleri en etkileyici cümleleri ve paragragları 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
İnsanların özgürlüğü ilahi zorunluluk çerçevesinde düşünülür. Bu, insanların o düzende hiç özgür olmadığı anlamına gelmez: Özgür olmak için, yaratılanlar tâbi olmalıdır, yani itaatkâr olmalıdır. Daha sonra modernler için özgürlüğün doğal zorunluluğun sınırları içinde varolması gibi özgürlük ilahi zorunluluk çerçevesinde vardır. Hiç kimse bir tanrının ya da bir doğanın belirlenimlerinden kaçamaz. Ne olursa olsun, Hıristiyani siyasal özgürlük, kutsal insani oluşun ilahi planında içerilir. Tersine, Machiavellinin başlattığı modern kopuş şuna dayanır: Bundan böyle, siyasal özgürlük olumsallık temelinde, başarılı ya da başarısız olan eylemin olumsallığı temelinde vardır, bir tartışma ya da kavga konusunda asla kesinlik yoktur. Eğer daha önce söylediğimiz gibi sitenin temeli insaniyse, o zaman siyaset mutlak olumsallığın alanına dâhildir. Sitenin düzeni —doğru/adil- şu ya da bu olabilir, bir şey ya da tam tersi olabilir. Bizzat doğrunun/adilin kendisi olumsaldır. Burada doğru/adil olarak tanınan şeyin, yarın ya da başka yerde doğru/adil olmadığına hükmedilebilir. Siyaset olumsal mümkünlerin alanı hâline gelir. Sertçe fikir kavgasının ya da iç savaşın alanına çekilir. Bundan böyle —ve elbette kat'i surette- dindışı tarihin olumsal alanında hareket eder. Geçerken belirtelim ki esasların olumsallığı — çünkü tam da siyasal modernitenin ilkesidir- 20. yüzyılda siyasal felakete yol açmış olan şeydir.
Sözleşmelerin garantörü ve hiyerarşinin muhafızı olan bir tanrı şeklindeki mihenk taşını yitiren, artık insanların sitesinin taklit edeceği, benzerini yapacağı ahenkli bir kozmos da olmayan bu “dünya”da insanlar gerçekten de kendi kaderlerinin efendisidir; aslında kendilerine terk edilmişlerdir. Öyleyse siyaset sadece bu özgürlüğün ifadesidir; ona nizam vermeyi hedefler. Ama tam da tanımı itibarıyla, temel —hiçbir yerden alınmadığı, verili olmadığı içinmtartışmaya açıksa ve doğru/adil karar sonucu —tartışma ya da savaşla- belirleniyorsa, o zaman res publica tanımında insanların sahip olduğu modern özgürlük de güce, erke bağlıdır. Temel soru, yani “Meşru otoriteyi kim icra edecek?” ya da aynı şey olan “Doğruyu/adili kim belirleyecek?” sorusu konusundaki tartışmayı bir zaman için karara bağlamaya müsaade eden tek şey, hükmeden güç/erk ya da otoritedir. Görüldüğü gibi tarihsel özgürlük dünyası, özgür eylemin insani dünyası, savaş, kavga, fetih dünyasıdır. Bu dünyada barış ancak bizzat doğru/adil sürdükçe sürer. Böyle bır dünyada doğrunun/adilin normu istikrarsız ve belirsizdir.
Sayfa 159Kitabı okudu
Reklam
Modernlerin düşüncesinin çerçevesini şekillendiren, temel mekanist bir maddeciliktir. Eğer başlangıçta bedenler ve kuvvetler varsa, o zaman siyasetin çıkış noktası bedenin ihtiyaçlarını tatmin etme yönündeki bireysel ve kolektif kapasitede bulunur. Arzu ve ihtiyaç homo politicusun iki kurucu tutkusudur. Evet, tutkular söz konusudur, zira olduğu hâliyle bireyi, özneyi tanımlayan şey, arzuya ve ihtiyaca tâbi olması ve eylem ve düşünce yoluyla bu iki tutkuya göre karar vermesidir. Esasında özne ancak bu iki asli tutkunun sınırları içinde özgürdür; bu tutkular, iyice düşünüldüğünde, insanın sonluluğunun su götürmez işaretlerinden başka bir şey değildir. Demek ki eğer sıyasal bır problem varsa, başka bir deyişle eğer ortak varlık baştan beri insanlar arasında “toplumsal olmayan toplumsallaşabilirlik”lerinden dolayı sorun yaratıyorsa, bunun sebebi tutkulardır. İşte bu yüzden doğal hakka dayanan klasik siyaset felsefesi doğa durumunu bir tutku hâli olarak tanımlar; bu tamamen siyaset dışı, gerçek bir kölelik hâlidir, zira tutkular insanları birbirine karşı ayaklandırır. Hobbes'un mükemmelen tarıf ettiği, ünlü herkesin herkese karşı genel savaş hâlidir bu.
Sayfa 168Kitabı okudu
16. yüzyıldan 20. yüzyıla, savaşla siyaset arasında bır süreklilik vardır, savaş siyasetin kurucu aracı, hatta şartı olduğundan, siyasal modernitenin karakteristik sürekliliği şu anlama gelir: Savaş/siyaset bağlantısı bire, yani hükmedene göre düşünülen ortak varlığa dair bir sorunsalın hizmetindedır. Böylece siyasal modemite en üst derecede dindışı özünü açığa vurur: Siyasal doğru/adil, a priori var olan —böylece kendinin dışında, dışarıdan siyaseti kuran- bir biçim ya da bir fikirden değil, bir kuvvetler fiziğinden kaynaklanır. Çokun biçimi olarak bir insanların tarihsel eyleminden ileri gelir: Kendini bir adalet hâli şeklinde tarif eden bir düzenin kurucu savaşı ve oluşturucu devrimi.
Sayfa 151Kitabı okudu
Nitekim, her kim, ister esasını kavramak, ister siyasal bir düzen tesis etmek için modern siyasetin doğasını anlamaya kalkışırsa, öncelikle devletlerin ahlaki bir esas —a priori tanımlanan doğru/adilüzerinde temellenmediğini tespit etmek zorundadır, bunun sebebi de, daha önce söylendiği gibi, devletin böyle bir ilkenin kurucusu olmasıdır:
Sömürgeleştirilmiş olan, tarih dışı ve tarihsiz bir halktır. Özgürlük savaşı işte bu tarihi yeniden fethetmeye olanak tanır. O zaman siyasal problem şöyle ortaya çıkar: Ulusun yıkımı onun yeniden inşasını gerektirir, Sömürgeleştirilmiş olan için, tarihinin sahipliğini kaybetmek, şımdisinin ve geleceğinin sahiplenilmesine tekabül eder. Ama tarihten ulusa giden yolu silahlı şiddet çizer. Başkaldırının bireysel, sınırlı, umutsuz şiddeti değildir bu, devrimin yapıya kavuşmuş ulusal mücadelesidir. Siyasal sorun —tarih, özgürleşim, kimlik- devrim sorunuyla aynıdır. Sömürgeciliğe karşı savaş, onu salgılayan şeye karşı savaştır: Emperyalizme has yağmacılık, talan, vurgunculuk. Bir sömürge insanının yalnızca tahakküm edilen bir insan olmadığını da hatırlamak gerekir... Cezayir'de yalnızca tahakküm yoktu, tam tamına topraktan başka bir şeyi işgal etmeme kararı da vardı. Cezayirliler, peçeli kadınlar, palmiyeler ve develer Fransız varlığının manzarasını, doğal arkaplanını oluşturur. Kökten isyancı Doğa aslında sömürgelerde çalılar, sivrisinekler, yerliler ve hastalıklarla eşanlamlıdır. Sömürgecilik ancak bu ehlileşmemiş Doğa'yı denetim altına alınca başarılı olmuştur. Çalıların arasından demiryolu geçirmek, bataklıkların kurutulması ve yerli nüfusun siyasal ve ekonomik varlığını görmezden gelmek aslında bir ve aynı şeydir.
Sayfa 123Kitabı okudu
Reklam
Rousseau demokrasiyi düşünürken, artık görüldüğü üzere, sadece devlet ideasını değil İdea olarak devleti düşünür ve bu düşünen devlete dair düşünce hâlâ genel iradedir. Dindışı devletin büyük muamması olan genel irade, tarihsel ortaklığın yaşamının etik temeli olarak bizzat evrensellik ideasıdır. Böyle bir idea “halk” sözcüğüyle dile getirilir,
Sayfa 220Kitabı okudu
Modern siyaset probleminin —“Kim yönetmeli?””çözümü öyleyse insanların inisiyatifine ve eylemine bağlıdır. Şimdi, eğer siyaset insanlar arasında çözülen bir meseleyse —zira en âlâ insani meseledir- dındışı işlerin seyrine, maddeselliğin akışına bağlıdır ve devlet ya da cumhuriyet (kamusal şeyler) sonluluğun bir kipi ya da daha ziyade sonluluğun üstlenilmesidir. Siyaset tarihseldir ve seyri insani meselelerin genel seyrine bağlıdır. Öyleyse, siyasetin yasaları varsa eğer, bu yasaları insan topluluğunun doğrudan verili varoluşunu kuran güç ilişkilerinden çıkaracaktır.
Siyasetin insani bir dünya yaratmak olduğu fikri modem bir fikirdir, hatta modernite fikrinin ta kendisidir. Zaten egemenlik mefhumu da her şeyden önce bunun ifadesidir. Modemlerin “dünya”sı Galileo'nun ve Newton'un dünyasıdır: Matematiksel şekilde ifade edilebilen yasalar tarafından yönetilen kuvvetler dünyası. Kendi için düşünülebilecek Tanrı belki dünyanın mimarıdır, ama bu, onun varlığının ya da yokluğunun geometrinin kurallarıyla alakasız olduğu gerçeğini kesinlikle değiştirmez. Başka bir deyişle, dünyanın teolojinin değil matematiğin dile getirdiği yasaları vardır. Bu sebeple, dünyanın fiziksel yapısını anlamak istediğimizde geriye dünyayı bir denklemler bütünü olarak düşünmek kalır, ahlaki ve siyasal yapısını tanımak istediğimizde de onu bir eylemler toplamı tarzında düşünmek gerekir. Bu bakış açısından modern icat, dünyayı ilahi ya da doğal değil, tarihsel dünya diye düşünmüş olmaktır. Gelgelelim, tarihsel dünya siyasal eylemle tarihsel dır. Tarihsel dünya olmadan modem siyaset olamazdı, zaten egemenlik ilkesi da siyaseti tarihsel siyaset diye ifade eder. Bu ıfadeyle öncelikle şunu anlamak gerekir: Res publica irade yoluyla insani kökene sahiptir. İkincisi, siyasal yaşam temaşa/ tefekkür yaşamı değil, tersine faal yaşamdır; siyaset yaşamdır, temaşa değil. Nıhayet, siyasal eylemin hedeflediği erekler bütünüyle içkin ve dindışıdır, bunlar varlığını devam ettirmeyi ve hayatta kalmayı hedefler.
Sayfa 153Kitabı okudu
Siyaset tarihsel dünyada eylem diye anlaşıldığı andan itibaren ortaya çıkan meşruiyet problemine egemenlik çözüm getirir. Egemenlik devleti, din. dışı dünyanın siyasal hâlidir. Bu dünyada “doğa”nın kendisi yeniden yorumlanır. Bunu yapan Descartes'dır: res exfensa, yalın uzamlı şey, geometri. ye, yani düşünce disiplinine terk edilir. Önce düşünce vardır; onunla cisimlerin/bedenlerin —uzamlı doğanın- olduğunu bilirim. Ve düşünce yoluyla uzamı bilmek ve ona egemen olmak mümkündür. İnsan/dünya ilişkisi yapısı itibarıyla düşünce ile uzamın ilişkisidir, tahakküme ilişkindir. İnsanın siyaset alanını res publica olarak inşa etme kabiliyeti, doğaya, res extensaya indirgenmiş bir doğaya tahakküm etme eyleminde kayıtlıdır. İnsan kendi kaderinin öznesi, mimarıdır. Onun siyaset kapasitesi başlangıçta kendisinden geldiği doğadan uzaklaşma, hatta ondan kopma kabiliyetinde mevcuttur. Bunu da zaten doğal hak teorileri yapacaktır. Hobbes ile Rousseau arasında, doğal hak masalı insanın kendi şartından kopması sayesinde medeniyetin kurulması sürecini anlatacaktır. Ama bu doğadan kopma (denaturation) sürecinin kendisinin etkisi insanı kendine götürmektir, bunu âdeta insana insani dünyayı iradenin özerkliğinin dünyası olarak keşfettirmek suretiyle yapar. Kendi kendinin yasası olmak, yasayı kendinde almak, sadece kendi aklının hükmüne uymak, yalnızca kendi anlayış yetimin bana doğru diye gösterdiğini doğru kabul etmek, sadece “doğal ışıklar”ın bana adil/doğru diye öğrettiğini tanımak, işte bir modern için tarihsel dünyanın pratik anlamı budur.
Sayfa 158Kitabı okudu
Reklam
Hobbes adalet devletinin kuruluşunun temeline şu fikri koymuştur: Medeni düzenle ilgili sorunlar üzerine düşünme hakkına değilse bile her hâlükârda düşüncesini ifade etme hakkına sadece hükmeden sahiptir. Doğru/adil olan ve olmayan, iyi ve kötü vs. üzerine muhakeme özel kanaatten ileri gelir. Böyle olduğundan res publica diye anlaşılan devlet için zararlıdır. İşte bunun için Hobbes'ta hükmedenin meşruiyeti, sadece onun yapabileceği, kamunun iyiliğini temsil etmeye dayanır, çünkü o (tekil olarak şunu ya da bunu değil) halkı oluşturan bireylerin evrenselliğini temsil eder. İmdi, (özel çıkarların ve kanaatlerin tehlikeli çokluğu yerine) res publica'nın var olması için ödenecek bedel şudur: Bireylerin evrenselliği temelinde onlar doğal haklarının tamamından, yani yargılama ve eyleme güçlerinden, özgürlüğün ta kendisi olan bu güçten (puissance) vazgeçerler. Görüldüğü gibi, tâbiyet egemenliğin şartıdır. Bu meselede bahis konusu olan şey doğal haktır. Demek ki Spinoza'nın kökten biçimde karşı çıktığı, Hobbesçu bir dogal hak anlayışı vardır. Karşıtlık metafizik mahiyettedir, temeli metafiziktir. Spinoza güç cihetiyle varlıktan, Hobbes ise arzu olarak bireyden yola çıkar.
Doğru biçimde “devletin özsel kuruluşu” diye adlandırılan şey konusunda daha iyisi söylenemez; devlet dindışı güçtür ve dindışı gücün kabul edilmesini sağlayan yasa da dindışı mahiyettedir. Medeniliğin (civili/6) temeli olarak doğal ve ilahi yasanın kaldırıldığı açık açık ilan edilir ve bundan böyle devlet felsefesinin kurucu unsuru sayılır. O hâlde eğer egemenlik ilkesi, kılıç yoluyla doğru siyasetin hüküm sürmesini sağlayan bir doğruluk/adalet ilkesiyse, bunun sebebi hükmedenin, iradesinin dile getireceği ya da yasayı vazetmek için iradesinin referansta bulunacağı, adaletin bilmem hangi ilahi ya da doğal ölçütünü cisimleştirmesi değildir. Eğer egemenlik ilkesi yine de bir doğruluk/adalet ilkesiyse, bunun sebebi, tersine, doğada ya da tanrıda insanlar için mümkün, yani yaşayabilir hiçbir doğruluk kıstasının olmamasıdır.
Egemenliği halk tamamlar ve onu gürültülü biçimde ilan eden Fransız Devrimidir: Bunu savaş yoluyla yapar. Savaşla birlikte siyasetin kendisini de yeni bir çağa sokar. O hâlde Clausewitz kapsamlı ve parlak incelemesinde, savaşın egemenlikle bağını ya da daha doğru bir deyişle, yeni egemenliğin savaşla olan bağını eksiksiz biçimde düşünmüştür. Son iki asır doğrudan Clusewitz'in varisi olacak ve özellikle de bizim asrımız onun kanlı bir yorumunu yapacaktır, öyle ki savaş sona erdiği zaman, onun tüm anlamlarına vakıf olduğumuz kesin değildir. Öyleyse savaş sanatında meydana gelen dönüşümler siyasetteki değişimlerinin bir sonucudur, bu itibarla, askerlikle siyasetin ayrı ayrı şeyler olduğunu kanıtlamak şöyle dursun, aksine siyaset ile savaş sanatının birbirine sıkı sıkıya bağlı bulunduğunun en sağlam kanıtıdır. O hâlde, bir kez daha tekrarlayalım: Savaş siyasetin bir aracıdır; ister istemez bu siyasetin damgasını taşır; her şeyi siyasetin terazisinde tartmalıdır. Bu yüzden savaşın idaresi büyük ölçüde, eline kalem yerine kılıcı alan, ama yine de kendi yasalarına göre düşünmeye devam eden siyasetin ta kendisidir."
Hem Machiavelli hem de Bodın devletin zor yoluyla kurulduğunu söyler ve yakından bakıldığında sözleşmeci felsefe de âdeta farklı edebi biçimlere göre aynı şeyi söyler. Sözleşme aslında saf bir şiddet hâlini bir barış hâlınden farklılaştıran modaliteden başka bir şey değildir; başka bir deyişle, sözleşme hukuki olmayan bir hâli hukuki bir hâlden ayırır. Demek ki adalet hâli —kuruluşla ilgili doğal hakçı masalda anlatılanlar da dâhil olmak üzere- şiddetten kaynaklanır, sözleşme insanların şiddetten vazgeçmesine olanak sağlasa da temelde şiddet yatar. Bu bakış açısından, adalet hâlı —adil olan- bir şiddetsizlik hâlidir. Modernler adalet mefhumuyla, onun kökeni olarak (olumsuzlanmış biçimiyle) bızzat şiddete atıf yaparlar, ama bunu, bazen söylendiği gibi, onun yerine soyut biçimde tanımlanmış bir hakkaniyet hâlini (örneğin eşitliği) koymak için yapmazlar. Adalet hâli pekâlâ şıddet içeren doğal eşitliğin yerine barışa kavuşmuş bir toplumsal eşitsızlık hâlini koyabilir ve böylece, göreceğimiz üzere adıl olma durumu kendini yıkabilir.
Sayfa 174Kitabı okudu
Modern devletin, ınsanlığın bır bölümünü imha etmeye yönelmiş ve bizzat bu imhaya dayanan hususi tarihsel bir devlet üretmesi, sadece ona has olan, siyasetin antropolojik şemasını yeniden tanımlamak zorunda bırakan bir olaydır. Avrupalı Yahudilerin ve Çingenelerin Nazi devleti tarafından yok edilmesi, kendi başına, modern devletin antropolojik göndergesini imha eder. Yahudilerin ve Çingenelerin imha edilmesi, uç noktalara götürülmüş olsa da, bir savaş yürütmenin sonucu değil, tarihsel ve gerçek bir egemenlik devletinin siyasal kuruluş tasarısının fiili uygulaması olduğu için Nazi devleti —ve sadece o- modern siyasetin insani düzenine nihai bir kopuş sokmuştur. Nitekim Yahudiler ve Çingeneler, İngilizlerin, Amerikalıların, Rusların, Fransızların vs. düşman olması anlamında Reich'ın düşmanı değildirler. O hâlde gerçekten imha edilmeleri yabancılarla yapılan bir savaştan ileri gelmez, benzeri görülmemiş bir tür iç savaştan kaynaklanır, zira ne Reich'ın savaşacağı bir ordudurlar ne de bir ordu oluştururlar. Öyleyse Reich'ın Yahudilere ve Çingenelere karşı savaşta olması, bizzat insanlığa karşı savaşmasındandır. İnsanın insana karşı olduğu bir ıç savaş (guerre civile) yürütmektedir. Auschwitz askeri değil siyasal bir olgudur.
Sayfa 162Kitabı okudu
22 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.