Eski Mezopotamya'da, bir sanığın suçlu olup olmadığını kanıtlamak için o sanık bir akarsuyun "kutsal nehirin" insafına bırakılırdı. Gerçekten Dicle, Fırat ve bu iki nehrin kollarının oluşturduğu bu ülkede, akarsuyun kutsal bir niteliği vardı ve akarsular birer tanrı olarak görülürdü.
"Tanrım, gün ışığı yeryüzünde parlıyor
Benim içinse gün karanlık
Gözyaşları, hüzün, sıkıntı, umutsuzluk
Derinliklerime yerleşmiş.
Acı beni boğuyor
Sanki yalnızca gözyaşları için yaratılmışım."
Şunu da eklemek gerekir: Hiçbir çocuk iskeleti yoktu, ayrıca kocasının yanma gönüllü olarak gömülmüş bir kadın da söz konusu değildi; erkeklere ait olduğu düşünülen mezarlarda bile, kadınlar fazla sayıdaydılar
"Tanrım, gün ışığı yeryüzünde parlıyor
Benim içinse gün karanlık
Gözyaşları, hüzün, sıkıntı, umutsuzluk
Derinliklerime yerleşmiş.
Acı beni boğuyor
Sanki yalnızca gözyaşları için yaratılmışım."
Sümerler için ölüm sonrası yaşam iç karartıcıydı: Ölüm sonrası yaşam tozun ve karanlığın içinde geçer, ne cennet, ne yeniden dirilme, ne başka bir bedende dirilme, ne tanrı kademesine yükselme umudu barındırırdı
1237 numaralı çukurdaysa sıradüzensel bir düzenleme görülmektedir: 28 kadının saçında altından kurdela vardı, diğer 36 kadınınkiyse gümüştendi.
Kurbanların öldürülmedikleri, mezarın içinde zehirli bir içki afyon ya da haşhaştan söz edilmektedir içerek gönüllü olarak zehirlendikleri (ya da komaya girdikleri) kesindir.