Bu kitaba dair anladıklarımdan çok anlamadıklarımı yazsam, daha elle tutulur cümleler kurmuş olurum sanırım. İki oyun var bu kitapta. Tarihin kapıdan içeri girdiği, yalnızlığın kapı açtığı, deniz topunun karısından özür dilediği, yazarın gölgesinin ortalarda dolaştığı; sürekli tekrarlanan kelime öbeklerinin resimlerle kolkola girdiği birinci metni okuyup bitirdiğimde, sadece biraz eğlenmiş oldum. Sonra ee dedim, bu neydi şimdi?
Açık konuşmak gerekirse oyunlardan pek anlamam. Ben oyunlardan anlamadığım için mi, yoksa bu metin gerçekten anlaşılmak istemediği için mi bilmiyorum, oyunun derdini anlamadım. Bu oyunun sahneye uyarlanabilmesi de mümkünsüz göründü gözüme.
İkinci oyunun en azından gözümün önünde canlandırabileceği bir hikayesi ve bağ kurabileceğim bir karakteri vardı. Yatalak eşinin ölümünü bekleyen ve yıllarca bir evliliğin içinde sıkışıp kalmış, yarı yarıya delirmiş bir kadının hezeyanları..Konuştuğu, bahsettiği kişiler gerçekten var mıydı, yoksa hepsi o deliliğin ürettiği kişiler miydi diye düşündüren, her şeye sinen bir muğlaklık ve anlaşılır bir öfke vardı bu metinde..
Toplamda, çok da keyif almadan okudum yani bu kitabı. Normalde de, arka arkaya konmuş konuşma çizgilerini görmek beni metinden soğutur. Tiyatro oyunu başka türlü yazılmayacağına göre, bu türün pek benlik olmadığını kabullenmem gerekiyor.