Hayatını kuyu diplerinde arayan ben fukara,
artık işsiz tanrılar bile yardım edemez bana.
Öyle bir yerdeyim ki kendime kavuşmak için
ne kent var, ne deniz var, ne de bir ben!
Bir yabancı kent gibi
mutluluk saçan bir kadın,
gitmek ve kalmak arasında
susmak ve konuşmak arasında,
Beklenmedik bir kadın gibi
mutluluk saçabilen bir kent
susmak ve konuşmak arasında
gitmek ve kalmak arasında.
Yalınayak yürüyor genç kanım
bir pıtrak tarlasında,
tarih ve coğrafya arasında
görmek ve unutmak arasında.
...
O ince belli baharı.
Dünyanın bütün bademleri
çiçek açmıştır o gülün
gülüşünü emmiş ağzında.
Gergefini dağıttı bu genç
bedenin bir tuferli ölüm
ama burnumdadır hala kokusu
yaşlanırken o eski bademlerin.
Su acıkıyor, toprağın karnı ağrıyor,
kırlangıç olup uçuyor
sapanla ava fırlattığın taş.
Taşın yelesi mi olurmuş,
taşın düşleri mi? Diye
sakın sormayın bana kuşkuyla.
Ben, yapıcıların istemediği o taşım işte!
Yolcuların içtiği yorgun suya ne mutlu,
yol kıyısında açan çiçeklere ne mutlu;
ne mutlu bana evini anımsatan söğüte.
Ama mutluluğu, mutsuzluğu nasıl bilecek
sözlüklerde uyuklayan o tembel sözcükler?