Nasıl ki doğa olayları arasındaki bağı ve düzeni ''yöneten'' yasalar, ilkeler varsa, aynı şekilde düşüneler arasındaki ilişki ve düzeni ''yöneten'' yasalar, ilkeler vardır.
Donmuş gelenek kuşaklar boyunca hiçbir değişiklik geçirmeden aynı şekilde sürüp gider, tıpkı hayvan dünyasında yuva yapma, yavrulama, kış yüzünden yer değiştirmede olduğu gibi.
İnsan denilen varlığın reel-hayatı üç boyutlu bir zaman içinde geçer. Onun bu reel-hayatı, kendisini içinden çıkılması gereken durumlarla karşılaştırmaktadır. Bu durumlar çok kez, onun anlayış ve kavrayış yeteneğini aşarlar. Böyle bir durumda çıplak realite, onun kaygısız ve tasasız yaşamasını engeller. Çünkü çıplak realitenin etkisi çok kez yıkıcıdır; insanı umutsuzluğa sürükler. Halbuki insanın kalbi umutlarla doludur ve bu umutların sürebilmesi için insanın
çıplak realiteye anlam vermesi, onu ideleştirmesi, yani değerlerle bezemesi gerekir.
Bir şeyi kendi öz dili ile gören ve düşünen bir insan, o şeyi kendi dili ile mutlaka ifade edebilir. Bir şeyi, düşünülen ve görülen bir şeyi, kendi dili ile ifade edemeyen bir kimse, ezbere gören ve ezbere düşünen, yani varlık-âleminde bir ilişkiye (karşılığa) dayanmadan söz söyleyen, yazı yazan kimsedir. Zira insan bir şeyi görür ve düşünürken, dil ile birlikte görür, birlikte düşünür; ancak sonradan daha uygun, daha keskin ifade şekilleri aramak diye bir şey bahis konusu olabilir.
“Bilinmelidir ki, dil, eski nesillerden yeni nesillere devredilen bir emanettir, bir mirastır. Dile karşı herkes saygı göstermelidir; bu saygı, çok kıymetli, mukaddes ve dokunulmaz şeylere karşı gösterilen saygıdan daha aşağı olmamalıdır”
F. Nietzsche