Frida Kahlo 1907’de Meksika'da ateist Alman bir babayla okuma yazma bilmeyen katolik dinine bağlı Meksikalı bir annenin üçüncü kızı olarak dünyaya geldi. Babasının küçüklüğünden itibaren onun ileride çok iyi işler başaracağına olan inancı onu diğer kızlarından daha üstün tutmasına sebep olmuştur.
Son sergisine ambulans arabası ile gelen Frida, bir elinde sigara diğer elinde tekila şişesi, kendi hayatı ile dalga geçermiş gibi yaşadı. Bol kahkahalı ve küfürlü konuşma tarzı vardı, Salvador Dali’yi ressam olarak görmezdi ‘’olsa olsa, o da zorlayarak, görüntü üreticisi denebilirdi’’demişti, Picasso ise Diego’ya ’’Ne sen, ne Derain, ne de ben, Frida gibi yüzleri çizmeyi bilmiyoruz…’’ diye mektubunda yazdı. Sürrealist akımının kurucusu Andre Breton’nun kendisini kesinlikle sürrealist olarak kabul etmeyen Frida’ya ‘’Siz bir gerçeküstücüsünüz’’ dediklerinin üzerine ‘’Hayır, ben gerçeküstücü değilim. Bütün bunlar, gerçeğinden fazla gözde büyütülmüş şeyler. Oysa ben en azından bir şeyden eminim: Kendi gerçeğimi resmediyorum’’ diye cevap verdi.
Büyük bir tutkuyla okudum Frida Kahlo'nun yaşam öyküsünü. Hakkında bölük pörçük bir şeyler bildiğim, belki de gizli gizli hayranlık duyduğum bu muhteşem kadını yakından tanımak istemiştim çünkü.
Sindire sindire okumak zorunda kaldım, biraz uzun sürdü o nedenle.
Bir kadının tek bir yaşamda çektiği bunca acıyı tek seferde okuyup bitiremedim.
Bir hayat ancak bu kadar cesursa yaşanabilirdi, acıyla ancak bu kadar güzel baş edilebilirdi.