Seni görür görmez anlamıştım. Görür görmez, işte her şeyden bütün düşüncemden sıyrılarak yapayalnız, varlığının bile farkında olmadan yalnız kalacağım kadın demiştim.
Eski çeşmelerin karşılıklı durduğu sokakların arasına sıkışmış tek kişilik gömütlükler, Şehremaneti, çocukların usunu yerinden oynatan Sıhhi Müze, sonra güvercinleri Sultanahmet'in (bulutlara baktığınca güvercinlere de bakıyordu), yokuş aşağı inerken tekerleklerin raylarda vınlayışı, Gülhane'nin duvarlar arasından fışkıran kocaman ağaçları, sağda görünen çırpıntılı bir deniz manzarası, depolar, antrepolar, Eminönü'ne geldiklerindeyse güneş batmıştı. Köprü'yü geçiyorlardı, Haliç'İn üstüne bir duman çökmüştü, bakır rengi bir duman, tramvay kıvrılarak Bankalar Caddesi'ne sapıyordu. Birbirinden büyük, külrengi yapılar görüyordu Hüseyin Feyzullah, elinden düşürmediği Fransız romanlarının havasını solumaya başlıyordu orada (Balzac'ın anlattığı Paris'i Beyoğlu'ndan çok Galata'ya benzetiyordu nedense) düşsel bir acuna girdiklerini sananların buğusuyla bulanıyordu gözleri, esriyordu.
Halbuki insan her an bulabildiği kadarıyla yaşamalı. Gelen geçen insanlara, dükkânlara bakmalı. Başını omuzlarının arasına kısarak hiç bir şeye bakmadan, hiç bir şeyi görmeden dolaşmalı! Gidip denize bakmalı.