Ama ben yaşadığı hayatın bir anlamı olmasını isteyen biriydim. Benim yaşadığım hayat anlamsızdı da bunu kendi gözlerimden saklamak için mi insanlık sevgisi, insanlığa hizmet gibi masallar uyduruyordum acaba? Bu kuşku içimde başkaldırıp varlığımın temellerini kemirmeye başladığı anlarda, insanlık sözcüğünden ne anladığımı kendi kendime soruyordum. Benim sevdiğimi, el üstünde tuttuğumu sandığım insanlık hangi insanlıktı acaba? Her gün aralarında yaşadığım, havalarını soluduğum kahvenin insanları bunun içinde değil miydi? Oysa ben bu insanları sürekli yadırgıyordum.
Biz fabrikada birbirimizi çok tutarık. Almanlar da çok fabrikada. Bizi sevmirler. Bize deyirler, niye çalışırsınız burda. Memleketiniz yok mu, gedin memleketinizde çalışın. Biz derik, savaşta sizden yana dövüştük deyi böyle söyleyirsiniz. Biz böyle söyleyirik, gülüşürler. Dövüşmeseydiniz, deyirler, dövüştünüz ne oldu? Biz deyirik, torpağınızı üç gün erden düşmana verecektiniz, üç gün sona verdiniz. Siznen dövüştük, kötü mü ettik. Arkadaşa deyirler ikide bir, gedesiniz burdan, sizi istemiyirik.
Yağmur,
fırtına, sel ve deprem gibi olaylara Allah
tarafından insanların başına musallat edilmiş
felaketler gözüyle bakmak, bu gibi olayları
Allah ’ın gazabının bir işareti olarak açıklamak,
Allah ’a bühtanda bulunmaktır.
Giysileri renk renk, koşuşup
bağrışan çocukları görünce, uzaklarda kalmış
kendi çocukluk günleri geldi aklına; kapı kapı
dolaşıp el öptüğü, cebini parayla doldurduğu
bayram günleri...