Bütün yayınevleri reddetmişti Tutunamayanlar'ı. Bir kısmı da reddetmekle yetinmeyip, köylünün içler acısı halini anlatmak varken, böyle deli saçması şeyleri yazıp getirmeye nasıl cesaret edebildiğini sormuştu doğrudan. Belki de Emekli Albay Hüsamettin Tambay'la birlikte hakiki bir köy romanı yazmalıydı. Riyakârlığın bir hayat tarzı haline geldiği bir memlekette, edebiyatın da, edebiyatçıların da yelkenlerini esen rüzgâra göre ayarlaması kimi ne ölçüde hayrete düşürebilirdi ki?
Sadece, Rus olduğunu çok sonradan öğreneceği bir yazarın karşısında ne yapacağını bilmez bir şekilde yalnız kalacak ve bu çaresizliğin verdiği bezginlikle çırpınıp duracaktı. Her romanıyla biraz daha büyülendiği bu yazarın kitaplarının sonunu yahut ortasını tahmin etmek neredeyse imkansızdı. Neticede, bütün çabaları boşa gidiyor ve bu kitaplara uygun bir final bulamıyordu bir türlü. Aklına gelenler de, yeni bir hayal kırıklığı yaşamasına yol açıyordu zaten. "Şimdi seni yakaladım" dediği bütün durumlarda, yazarın farklı bir hamlesi ya da manevrası tahayyül bile etmediği değişik bir iklime sürüklüyordu bütün roman kahramanlarını. Bir kaç sayfa okuması, yanıldığını anlamasına yetip de artıyordu.
Algılar orada öylece dururken olguların tartışıldığı müstesna ırmaklarla kaplı bir yeryüzü cennetiydi bu ülke. O ırmaklara iki kere girilemediği söyleniyordu, iki kere girilemeyen ırmaklardan nasıl oluyordu da üç kere çıkılabiliyordu o zaman?