Ezelden insanın doğduğu güne kadar bir tükenmez karanlık var! Arada bir hayat zamanı var! Öldüğü günden ebediyete kadar yine bir tükenmez karanlık öyle bir hayat ki hem nefes alıp duruyoruz, hem nefes aldıkça azalıyoruz. Bu türlü bir yaşayışta ne maneviyat var ki! İlginç değil mi, herkes ölümden korkar. Fakat kimse sonu ölüm olan yaşamdan korkmaz. Herkes ölümden kaçar, fakat kimse her adım attığında, her an, her lâhza mezara bir adım daha yaklaştığını düşünmez. Doğrusu güzel dünya! Bir adam ne zaman son menziline varırsa, o zaman rahatça yatabilir. Acaba bu dünya, şu toprağın altından bakanlara nasıl görünüyor?
İnsan ne aptal bir mahluktur? Herkes kimsenin sağ kalmadığını bilir, yine de kendi öleceğine inanmak istemez. Bari yaşamak ölümden korkmaya değer bir şey olsa... Her lezzeti bir zaruretin karşılanmasından ibaret olan hayatın herkes nesine tutkundur ki? Bu kadar adam gördüm, içlerinden hiç biri dünyadan hoşnut değil! Hiçbiri de dünyadan gitmek istemez! Ne deliliktir! Sanki bir avuç toprağa can vermekle her gördüğünü her istediğini, her düşündüğünü ister. İstediğini elde edemezse bin türlü sıkıntı, çeker. Ederse, onu kazanıncaya kadar yine bin zorluğa katlanır. Bir kuvvete esir etmekte ne lezzet olur ki? Vücudun aslının toprak olduğu meydanda iken toprağa girmekten niye korkar? İnsanın ahirete ağlayarak gittiğine neden şaşıyoruz? Dünyaya da ağlayarak gelmedik mi? Kim bilir, dünya dediğiniz şu mezarlık ne için yaratılmış? Kim bilir! O mezarlığı her zaman birbirinin ölüsünden geçinir nice yüz binlerce yüz bin türlü mahluklarla dolmasındaki hikmet nedir?