Gümüşlü bir martı geldi, bilmem kaçıncı tekrarlayışında, usulca köşk üstüne kondu. Garipsenecek kadar kıpırtısız oturuyordu korkuluğun ucunda. Türküyü mü dinliyordu ne? Dülgere haber getirmişti belki, bahr-i sefid üzerindeki kara gözlü yarinden... Belki de ta kendisiydi... Esir pazarında görüp de bir kese altın yüzünden alamadığı bir güzel için miydi bu yakınma? Yoksa hiç ulaşamayacağı bir paşa kızı için mi? Binmiş gemiye başka bir erkeğe eş olmaya gidiyordu... Ya da çoktan nikahlanmıştı... Birden sıkıldım uydurduğum ayrılık hikayelerinden. Adını bilmediğim adamla, gerçekte var olmayan bir kadının aşk yarasına derman aramak neyime gerekti benim? Fırçayı hırsla küpe daldırdım, macunla sıkıştırılmış tahtalara aşı boyası çekmeyi sürdürürken, kendi gönlümdeki uçsuz bucaksız boşluğu düşündüm de daha beterdi daraldı içim. Sevdanın gölgesi bile düşmemişti yüreğime. Buydu hayatımda eksik olan Kanım öylesine durgun, kanım öylesine donuktu. Yel esmeyen derin bir vadide, gözlerden ırak bir gölün yavaş yavaş kirlenip katılaşan durgun suları gibi, aklını şaşırıp da oralardan geçecek bir yolcunun küçüçük bir taş atmasını bekliyordu dalgalanmak için. Kıyısında kurumaya yüz tutmuş yapraksız ağaç da canlanırdı o zaman. Köklerinin nereye kadar uzandığını hiç öğrenememiş , yirmi beş yıllık garip bir ağaç...