"Her ruh kendi kalıpları içinde muzdariptir" demişti, bir dostum. Bundandır belki ruhumu hep kuytularda içişim. Çok az çıkışı yolumun, okumuş yazmış meyhanelerine ve barlarına. Hayatın sımsıcak somutluğunu eleyip duran kalbur delikli gözlüklerinden, ellerindeki renkli kitap ve dergilerden, hamlık gazıyla klorlanmış iğreti Türkçelerinden bakanlara kaynamadı içim. Türkiye'nin bunca genişliğinden ürküyorum: Herkese yer var ve kimseye yer yok.
Çağımız, yaşayamadan ölenlerin çağı. Paradoksal bir biçimde: Tıp gelişiyor, insanın biyolojik ömrü uzuyor; hastalıklara çareler, geçmişe oranla, daha fazla bulunuyor. Bilim daha fazla bilgi sunuyor; teknoloji inanılmaz hızla üretiyor. Bütün bu olumlu olması gereken bu gelişmeler, insan mutsuzluğunu, yaşayışındaki tatsız tuzsuzluğunu gideremiyor.
İsyanımız yok! Olsa da içimizde kalıyor. Etrafımızı kollayarak yaşadığımız için, "herkes gibi", "herkes kadar", "bu kadar" olduğumuzu düşünüyoruz. Hayat "anlam vererek" yaşanıyor. Hayata nasıl bir anlam yüklüyorsak, hayatımız öyle oluyor. Anlam ufkumuz çok dar: Dünyanın "bu kadar" olamayacağını anlayamıyoruz.