Katharsis metot ile filizlenen psikanalizmin bu çekirdekten nasıl doğduğunu anlatan mükemmel bir başyapıt. Ancak uyarmalıyım; bu eser, son derece ağır bir terminoloji içeriyor. Zira ciddi bir sinir sistemi bilgisi gerektiriyor (bilhassa Breuer'ı dinlerken) ve beraberinde psikiyatrinin birtakım terimler havuzuna hakim olmanız isteniyor. Olguları okurken sıklıkla tıbbi terimlere (sıklıkla nörolojik, ortopedik, romatolojik,...) hakim olmanız gerekiyor, Payel Yayınevi okuyucusuna sağladığı olanaklarla her tıbbi terimin tanımını dipnotlarda belirtiyor. Beden-ruh bütününü doludizgin anlamak açısından bu notlar yeterli olmasa da, okuyucuya temel noktaları verebildiği inancındayım. Ben okurken, bilhassa olgu kısımlarını, ağır bir şekilde okudum. Kitabı bütünüyle tıp eğitimi alıp ruh sağlığı ile ilgili ihtisas yapmış olan kişilerin daha doğru yorumlayacağını düşünüyorum. Sadece bununla da değil, Janet, Charcot, Binet, Moebius gibi isimlerin tedaviye yaklaşımları kitap içerisinde çokça konuşulur ve bence öncesinde bilinerek masaya oturulması gerekir. Ancak Breuer, bilhassa Moebius'a karşı çıkışları ve kimi yerde Janet'ten ayrılışıyla, bu kişilerin fikirlerini doğruca açıklamış ve bu açıklamalara bir yanıt oluşturmaya çalışmıştır. Yeri geldiğinde verecek cevabı olmadığını, ortaya attığı iddianın bir gün bilimsel açıdan somut bir şekilde bulunacağını ifade eder. Aslında şunu fark ettim ki, Freud'un konuştuğu bölümler Breuer'e nispeten inanılmaz akıcıydı. Bunun da sebebi, Saygıdeğer Hoca Breuer'ın olaylara nispeten ağırlıklı tıbbi açıklamalar getirmesidir. Yani; bu kitabın genel olarak ağır olduğunu ve okunuşunun da bir o kadar sabırlıca olmasını gerektiğini, altını çizerek belirtmek istiyorum.
Bir tarafta genç, dinamik, meraklı, Charcot okulundan yeni ayrılmış bir Freud görürken öbür tarafta, Freud'un "saygıdeğer hocam" diye hitap ettiği, dönemin adeta hipnotik figürü, daha tutucu ve yaşlı bir isim olan Breuer'i görüyorsunuz.
Psikanalizmin dayandığı temeller bu eserde çıplaklıkla ifade edilmiş. Charcot okulundan ayrıldığında (çıktığında) histerinin temelinde cinselliğin yattığı gibi bir iddiayı kabul etmeyen Freud, karşısına çıkan olgular sonucunda anksiyete nevrozunun cinsel yoksunluk ve histeri birleşiminden oluştuğunu kabul etmeye başlar. Evvela hipnotik metodu deneyen Freud, bir süre sonra karşısına çıkan olgularda, bu metodu uygulayamadığını görür ve bu sebeple yeni bir yol arayışına girer. Bazı olgularında, basınç tekniğini uyguladığını, kimisinden olumlu dönüt aldığını ancak daha sonra bu tekniği de terk ettiğini görürsünüz. Freud kimi zaman sıkılır ve bu işi yapmaktan uzaklaşır, uzaklara gider, psikanalizmi düşünmemeye çalışır. Ansızın karşısına başka bir danışan çıkar ve Freud'a içini döker... Freud da kendini tutamaz ve ciddiyetle dinler... Hiçbir zaman statik olmamış bir bilim insanından söz ediyoruz, Freud'un erken dönemlerinde nasıl meraklı bir doktor olduğunu, bu eserde görmek mümkündür. Lafı dolandırmayalım, kitabın belki de en çarpıcı yeri "Anna O." vakası! O güne kadar olumlu sonuçlar vermiş hipnoid yöntem Anna'da sonuç vermiyordu. Ve Breuer hastasına "aklından geçeni söyle!" diyor. Böylece "serbest çağrışım"ın temelleri atılıyor. Bu olay, psikanalist kuramın gelişiminde son derece önemli bir rol oynar. Beraberinde psikanalizm tarihinde ilk kadın hasta Anna O.'dur ve Freud'un söylevine göre psikanalitiğin kurucusu da Anna O.'dur.
Bu arada Breuer, eser içerisinde bilinçdışı-bilinç ilişkisini kanıtlamakla meşguldür. Zihnin ikiye ayrılacağını fakat bilincin ikiye ayrılamayacağını söyleyen Breuer, bilinçteki ve bilinç-dışındaki bilgilerin kökenini aynı yere dayandırır ve aralarındaki tek farkın kişiye olan "şiddeti" olduğunu söyler. Kişinin "şiddetle" hissettiği şeyleri kişinin fark etmesi sebebiyle bunların bilinçli olduğunu, öbürlerinin bilinç-dışı olduğunu belirtir.
Breuer, beynimizin sürekli uyarılmasının bir güdü olduğunu Freud ile birlikte ifade eder. Bunu açıklamaya çalışırken en zıt iki enerji kutbunu örnek verir: uyanıklık hali ve düşsüz derin bir uyku. Uyanıklık halinin de enerji harcadığını ifade eden Breuer, düşsüz derin bir uykudan, kendi kendimize neden uyandığımızı sorgular. Bunu anlamak için başkasının bizi uyandırma anını düşünür ve o sonucu bize göre uyarlar. Şu sonuca varır ki; kişide doğuştan-gelme bir yaşama-güdüsü bulunur ve beyin kişiyi bir an önce Ego'sunun hakimiyetindeki uyanıklık-formuna döndürür. Beynin buradaki işlevi, bizleri "sürekli uyarılma"ya götürür. Sürekli uyarmayı oluşturan şey de, serbestleştirilmemiş reflekslerdir. Yani, serbest hale getirilmesi gereken reflekslerin engellenmesi, sürekli uyarının artmasına neden olur ve bu da Freud'un diliyle "hazsızlık" ile sonuçlanır (burada Breuer daha farklı kavram kullanır ancak bu şekilde tanımlamak psikanalizm açısından daha uygun). Şayet her anlamda "eyleme hazır" olan bir kişi varsa, bu kişinin sinir sistemindeki tüm kanalların gergin olduğu ifade edilir. Bu gerginliğin temeli şu ki; aslında bu temel, sinir sisteminin en dinamik sorunudur (Breuer'e göre): meydana gelen artmış uyarı organlara dağılırken tek-düze bir dağılım göstermemesidir. Optimum hattı aşan uyarılar atılmak için çeşitli yollar dener: hüngür hüngür ağlamak, deliler gibi dans etmek, ... peki ya neden? Burada terminolojik açıdan muazzam ehemmiyete sahip "yerine-geçen" kavramını kullanıyoruz. Nasıl? Doğal ağrı refleksinin olduğu bölge yerine başka bir bölgenin ağrıması. Günlük hayattan örnek verelim: Dişçiye gittiniz. Dişiniz çekiliyor. Diş hekimini neden itiyorsun? Ya da kolunu koyduğun kenarlığa neden bastırıyorsun? İşte, dişin çektiği ağrı, vücut yerine-geçen ile başka bir yere aktarma derdindedir. Ki bu buluş, psikanalizm için son derece kıymetlidir.
Çok da uzatmadan gelelim şu cinselliğe... Freud'un Charcot okulu zamanlarında karşı çıkıp ömür boyu fikirlerinin merkezi edeceği fikre... Genç Freud ve onun saygıdeğer hocası Breuer diyor ki; cinsel olgunlukta fizyolojik olarak tüm sinir sistemi etkilenir, uyarılabilirlik artar, inir kanalları arasındaki direnç (bu direnç beyindeki sürekli uyarının dengelenmesini sağlayacak bir dirençtir) git gide azalacaktır. Böylece cinsel-olan şey bu direnci azalttığı için daha fazla sürekli uyaran olacak, böylece "hazsızlık", yani birtakım patolojiler boy gösterecek. Tabii ki, bu genel bir cümle. Cinselliği bu kadar önemli kılan, toplumun bu eyleme karşı olan ahlaksal bakışının bireyleri kısıtlamaya götürmesidir. Bu kısıtlama, az evvel söylediğim, bir baskılanma şeklindedir ve dolayısıyla cinsellik baskılanmış bir eylem olarak sürüklenir. İlişkili olarak, endişe gibi canlı duygularla dolu bir kişinin zihinsel kapasitesinin azaldığı da vurgulanı. Belirtmek gerekir ki, burada söylenen "cinsel olgunluk" histeriyi tetikleyen bir olgu olarak ele alınmalıdır. Zira, Breuer ve Freud'un fikirleri sonsuza dek ortak değildi. Breuer bir süre sonra kendi yaptıklarını kafi saymışken Genç Freud, yaşlılığına kadar bu kuramı geliştirmek için elinden geleni yapmıştır. Bizlere de bu yapılanları incelemek uygun düşer.
Lafı çok da uzatmadan sonlandırayım. Daha önce okuduğum Freud kitaplarında da belirttiğim gibi, Freud kolay anlaşılabilecek biri değil. Katıldığım ve katılmadığım yerler elbette oldu. Spesifik olarak, bu eser nispeten akademik olduğu için olumsuz yaklaşımım neredeyse hiç olmadı. Sizin için Freud'un insana baktığı pencere doğru olmayabilir. Fikirlerine katılmasanız bile, Freud'un insana hangi pencereden baktığını, tam olarak anlamanız, hatta kafanızı çıkarıp oradan bakmanız gerekir. Evin içine tüm pencerelerden hava girdiğini de unutmamak gerekir. Esenlikle kalın.