İşin en acısı Mümtaz'ın geçtiği yolların hiçbiri kaybolmasın diye kendisine bir şeyler saklamasıydı, onun için bu durgun tebessümün aynasında muhayyelesi her an ona kaybettiği cennetlerin bir köşesini açardı.
Bununla beraber bu kadar yaşanmış şeyin burada, güneşin bütün borularını üstüne yıkılacakmış gibi ayakta çalan bu sokakta toplanması, asıl hayatı, yaşananı unutturacak kadar kuvvetli bir şeydi.
Her an çok fena bir şey olabilirdi. Hayır, insan sade ölürken ayrılmıyor, arkada bırakmıyordu. Belki bütün ömrünce her an birçok şeyler onu arkada bırakıyordu. Sonra olduğu yerde birdenbire kabuklaşıyor, çok ince, görünmez bir şeyle o anda etrafında olanlardan ayrılıyordu.
"Biz mi gidiyoruz, onlar mı?.." sual buydu...
Bu güneşin ortasında, bu her tesadüf ettikleri insanın âdeta bir şarkı mırıldanır gibi geçtiği yolda, bu berrak denizin karşısında ağlamak, kendisine olmayacak bir şey gibi geliyordu.
Nihayet ağlamak, biraz da etrafındaki insanları kendisine acındırmak olacaktı.
O insanlar çoktan kendisinden bıkmış olmalıydılar.
366. sayfa ile 379. sayfa arasındaki Doktor ve Mümtaz diyaloğu takdire şayan. O günlerin (1939) baş konusu olan Dünya Harbinin medeniyetler ve bu medeniyetlerin fertleri üzerindeki etkisi üzerine, yani harp üzerinden medeniyetlerin mukayesesi üzerine yapılmış bir sohbet. Ayrıca, bu eserin fikri kavgasının finali olma özelliğine de sahip.