Zweig, bu kitapta Nietzsche’nin yaşamının değil, onun iç dünyasının bir anatomisini sunuyor. Bu nedenle okur, bir yaşam öyküsünden ziyade, bir dahinin, Nietzsche’nin tercihen içine yerleştiği bir yalnızlıktan, onu yalnızlaşmaya sürükleyen iç çırpınışlarına uzanan bir anlatıyla karşılaşıyor. Nietzsche’nin bedeni yalnızca fizyolojik anlamda değil zihni olarak da hassaslıkla boğuşmaktadır, onun berrak görüşlerinin isabeti de bu üstün boyuttaki hassasiyetinden kaynaklıdır. Kitabı bitirdiğinizde, çağının ötesini, Avrupa’ya yaklaşmakta olan felaketleri sezen ve tüm billurluğuyla ifade eden bu dehanın neden anlaşılamadığını daha iyi hissediyorsunuz. Zaten kanımca Zweig’in amacı da budur, Nietzsche’yi bir araştırma nesnesi gibi aktarmak değil, onu zihninin sınırlarına taşıyan içsel çatışmasını, bu çatışmanın iniş ve çıkışlarına konuşlanan tüm hassasiyetlerini okur olarak içimizde bulmamıza, böylece onu “öğrenmemize” değil “hissetmemize” araç olmak.