Gerçi birbirimize çok yakınız, ama yıllar var aramızda. Kentler, ülkeler, onun tatmadığı başka hazlar var. Başka kadınlar da. O, bu anlatının kahramanı, bense yazarıyım. İyi tanıyoruz birbirimizi. Ama onun şimdiki konumundan haberi bile yok.
Okumak dünyayı kavrayıp ele geçirmek değil, tanıdık bir sesin akışına bırakmaktı kendini. Dünyadan, eşyalardan uzaklaşmak yakın bir gövdenin sıcaklığında eriyip kaybolmak demekti.
Kapalı Çarşı on sekiz kapısını da üzerime kapatmış, bir ortaçağ şatosu gibi köprülerini kaldırıp kalın surlarının, burçlarıyla kulelerinin ardına çekilmiş bekliyor.
"Bütün dünya sığabilirdi bir kitaba. Bakış beyaz sayfadaki kara biçimlerin üzerinden kaydıkça mekân genişler, evlerin, kentlerin, yaşamların kapıları açılmaya, insanlar kendilerini ele vermeye başlarlardı."
İstanbul 1453'te değil, bugün düştü. Bizans'ın, Osmanlı'nın güzel aynası Haliç, o saydam su, bir leş, bir balçık yığınına dönüştü. Galata' nın, Pera'nın Yahudi, Rum, Franko Levanten mahalleleri yıkıldı birer birer. Yerlerine gökdelenler, pahalı oteller dikildi. Boğaziçi yalılarına da tankerler girdi, kıyılara beton döküldü. Öfkeli, gergin bir erkek kalabalığı doldurdu sokakları. Yabancılar göç etti, kozmopolit İstanbul kalmadı artık. Kırmızı tuğlalı küçük kiliselere, geneleve sokağına sırtını dayamış sinagoga gidenler azaldı. Markiz Pastanesi'yse oto yedek parçacısı oldu çoktan. İşte böyle, İstanbul düştü. O kıyı, o sokaklar, o evler... üç denizin birleştiği yerde kurulmuş o güzelim kent.