Gönül kelimesinin dünyadaki hiçbir dilde karşılığının olmadığını söylüyor Oktay Sinanoğlu. "Bu gönül kelimesini tam olarak ifade edecek bir karşılık hiçbir dilde yok" diyor.
Bilmediğini, görmediğini reddeden körler gibi, tarihi tecrübeden haberdar olmadan varlığı ve kainat içinde yerini tarif etmeye girişenlerin gözü ile tarihe ve Osmanlı’ya bak manın körlük ve akıl eksikliği olduğunu belirten sözlerini düşünüyorum.
Lawrance of Arabia tekrar oynuyor. Arapların yoğun o- larak yaşadığı Edgvvare Road’daki sinemalarda gösterilmesi de ilginç. Filmi seyreden Arap bir arkadaş beğenmemiş: Sanki Araplar hiçbir şey becerememiş, her şeyi Lawrance gerçekleştirmiş gibi göstermişler diyor. Filmdeki tarihsel çarpıtmanın ancak bu kadar farkında.
Lawrance, Arap bedevi aşiretleri arasında etkili olmuştu ama hareketin şehirli, medeni Araplar arasında hiç etki bulmadığı da bir gerçekti. Başkaldırı, medeniyet görmemiş bedevilerin isyanından ibaretti. İngiliz tarih anlayışı, bunu köle bir halkın Osmanlı’ya karşı özgürlük kıyamı olarak sunmasını bildi.
Sonunda, dünya siyasetini algılayış biçimleri bedeviliği aşamadığından küçük vaatlerle isyanın karşılığını İngilizlerin başka bir oyununa gelerek ödediler.
* Akif Emre'nin "ASTEĞMEN MEHMET NEREDE ŞEHİT OLDU?" yazısı kesinlikle okunmalı...
31 Mart 2000
Başbakan Bülent Ecevit’in Tagor aşkına gittiği Hindis tan ziyareti sebebiyle ona yüklenen medyatik bilgelik karşı sında rahmetli Cemil Meriç’in satırları aklıma geliyor. Yazı lanlara göre üç ayda Sanskritçe ve Bengalce’yi öğrenen Ecevit, Tagor’dan yaptığı çevirilerle (çevirileri İngilizce’den mi yapmıştı acaba?) şairliğine yeni bir boyut katmıştı. Siyasi kişiliği yeni bir boyut kazanmıştı. Demirel krizinin hemen ardından ne tesadüf.
Şair Başbakan’a sahip olmak mühendislerin/teknokrat- ların kuruluğunda kavrulan Türk siyasetine bir ferahlık, bir esinti getirebilir yine de. İkbal’i tanımayan bilgeliğin sınırla rı medyatik olmaktan ileriye geçemiyor ne yazık ki.
"Türkiye’de Sankritçeye hakim olan birini bilmiyorum. Ecevit’in bildiği söylenen Sanskritçesinin ise tercümeye ye teceğini hiç sanmıyorum" diyordu yanlış hatırlamıyorsam Meriç. Ustad Cemil Meriç haklıydı, Sanskritçe’yi bilecek, Tagor’u anlayacak bir derinlik olsaydı İkbal’i görmezlikten gelmesi mümkün değildi.
İkbal’i atlayarak Tagor’u anlamak, anlamlandırmak mümkün mü?
İkbal’i okuyan birinin Keşmirli teröristlerden bahset mesi mümkün mü? Ya da şairlik iddiası?
Yüzlerce, belki binlerce kişi arasından iftarlığımı almış birkaç arkadaşla beraber bir köşede', bu evrensel tablonun tadını çıkarabilirim artık. 18 saat Londra’da tutulan orucun başka anlamları var çünkü.
Hemen yakınımızda, orucunu açan bir ailenin ta Oxford’dan geldiğini öğreniyorum. Teravih namazını kıldık tan sonra tekrar Oxford’a dönecekler. Bu hali vakti yerinde görünen aile neden bunca yolu göze alarak iftar yapmak için buraya kadar geliyor.
İngiltere’nin bir köşesinde, belki yakınlarında hiç Müslümanm olmadığı bir mekanda yaşıyor olmak; Müslü manlıkla öyle ya da böyle, bir şekilde bağlantısı olan biri için bağlı olduğu dinin yaşanır halini aile fertlerine göstermek, cemaat bağını zaman zaman hatırlatmak zorunluluk haline geliyor. Yaşanılır boyutunu hiç gösteremediği, tattıramadığı bir dinin müntesibi olarak çocuklarına toplumsal planda bir bilinç akışı sağlamaya çalışıyor, bu aileler.
Müslüman bir memlekette doğup büyüyenlerin farkına varamayacağı bir ihtiyaç.
Hafif Batı Müziği’nin Türkiye’nin Batıya açık yanının ifadesi olarak henüz kendi ritmini aradığı ilk dönemden beri Barış Manço’nun farklı bir yeri oldu. 70’li yılların başında, yaptığı müzik kadar kıyafet tarzıyla da Batıya öykünmeciliği çağrıştıran o zamanki Hafif Batı Müziği sanatçılarının içinde özgün tavrıyla kendini hemen belli etti. “Dağlar dağlar...” sedasının yankılandığı yıllarda radyoda yapılan bir röportaj da şu ifadeleri ondan duyduğumda şaşırmıştım: “Keşke im kanım olsaydı da Batı Müziği yerine Türk Müziği ile uğraş- saydım. Gitar yerine bir ud, tanbur çalabilmeyi daha çok is terdim.”
Barış Manço’nun modern anlayışlarına karşın yerli bir duruşu oldu hep. Daha doğrusu modern arayışı sırasında yerli bir damardan beslenmesini bildi. Barış Manço’nun ge liştirdiği tarz Türk modernleşmesi ile geleneği, yerliliği kar şıtlık ilişkisi içinde ele almaya yatkın tavırlara karşı, zaten bir şekilde dönüşmekte olan, dönüşürken bir başkasını da dönüştüren çift yönlü bir dönüşümün en iyi ifadesi oldu. Bu bakımdan onun sosyo-kültürel olarak yeri, hiçbir kesime ait olmadığı gibi kimsenin de dışlayamayacağı bir sentez nokta sı sayılabilir.
Ölümünden iki gün önce bir davette, Osmanlı’mn 700. yılı için bestelediği parçayı piyanoda icra etmesi onun sanat hayatının bir özetini veriyor aslında. Pek çok kesimin çatış ma alanı olarak algıladığı noktada durarak özgün bir sentez gerçekleştirebilmiş çok az değerden biriydi.
Cami ile Ekber Şah’m sarayı karşı karşıya. Bu iki büyük eserin tam ortasında küçük mütevazı bir yapıya yöneliyo rum. Allame Muhammed İkbal’in anıt mezarı. Ondan ilk o- kuduğum şiirin sözleri aklıma geliyor: Sen daha yol geçidin- desin, mekana bağlılıktan geç...
"Vücudum Keşmir bahçesinde bir güldür,
Gönlüm Hicazlı, yani Müslüman’dır
Şiirim de Şirazlı’dır."
İslam düşüncesinin en büyük düşünürle rinden birini artık çoktan unutmuştuk. Münih Üniversitesi’- nin bahçesine onun adına anıt dikenler kadar bile değiliz. Vücudunu Keşmir bahçelerine gömen Şark’m en gür sesinin çağıltısını derinlerden duyar gibiyim.
Amerika’da yapılan bir araştırmaya gönderme yapılmış olması "bilim kilisesi"nin (Feyerabend’in kulakları çınlasın) tartışılmaz nasslarına sarıldığınız anlamına gelir.
İsmail Canbaz gibi birini bulup da Osmanlı, Osmanlı mirasını konuşmamak mümkün değil. Hele hele Balkanlar’da iseniz... Bir Bulgar’ın gözünde Osmanlı’nın ne olduğunu anlatıyor:
Geçen senelerde Türk ve Bulgarların karışık yaşadığı bir köye gittim. Köyün yaşlısı bir Bulgar’la konuşurken söylediği bir cümle dikkatimi çekti. "Buradan bine yakın Türk göç etti. Ama gidenlerden sadece bir kişi Osmanlı’ydı." Bu nun üzerine, hem bin kişinin Türk olduğunu, hem de bun lardan sadece birine Osmanlı demesinin ne anlama geldiğini sordum. Yaşlı Bulgar: "Osmanlı demek; bilgili, görgülü, efendi, adap-erkan bilen insan demektir" deyince ne demek istediğini anladım.
1995, İstanbul: Ünlü tarihçi Maria Todorova ile konu şuyorum: Bulgarlar için düşman Türk’ten çok Yunanlılar dır. Türk bir Bulgar için "komşu 'dur..
1996, Kahire
Gerçek bir Mısırlıyı diğer insanlardan ayıran en önemli fiziksel özellik ayaklarındaki farklılıkmış. Mısırlı Arapların ya da Araplaşmış yerli Mısırlıların ayak başparmaklarının yanındaki ikinci parmakları diğer ayak parmaklarından fark edilir biçimde daha uzun oluyor.
O zamanlar entellik yoktu; dava adamları vardı. Aile sohbetlerinde bile bu tipler için “önde gelen dava adamlarından...” diye bağlayan bir tanımlama şekli vardı.
Bir edebiyat dergisi olmadığımız halde bize ilk defa yayınlanmak üzere Mescid-i Aksa isimli bir şiirini vermiş olmasına ne kadar sevinmiştik.
"Mescid-i Aksa’yı gördüğüm düşümde
Bir çocuk gibiydi ve ağlıyordu
Varıp eşiğine alnımı koydum
Sanki bir yer altı nehr çağlıyordu." "Şimdi kimsecikler varamaz yanıma Mü’minlerden yoksunum tek ve tenhayım Rüzgarlar silemez göz yaşlarımı
Çöllerde kayıp bir yetim vahayım."
Ve şiir böyle devam ediyor.
"1930’lu yılların başında Türkiye Bulgaristan’a hur da kağıt satıyor. Sofya yakınlarındaki kağıt fabrikasında yeniden hamur haline getirilip kağıt yapılmak üzere tam 5 vagon kağıt iki tüccar tarafından almıyor. Tüccarlardan biri Ermeni diğeri yanlış hatırlamıyorsam Yahudi. Vagonlarla fabrikaya kadar getirilen, tırnak içinde hurda kağıtlar