Bir insan hem bu kadar güzel, hem iyi, hem sevecen olabilir miydi? Kötülüğün, çirkinliğin hiçbir harfi yanına yaklaşamıyordu. Bunun sebebini kısa sürede anlamıştım. Yüreğinden eline öyle bir sanat akıyordu ki, onu koruyan kalkan bu olmalıydı.
Bir şey beklediğim yok ki, onun ne düşündüğünün ne önemi var? Şurada kaldığım on beş gün boyunca yüzünün her noktasını, virgülünü ve dahi ünlemini görsem bana yeter. Bu dünyaya ait olamayacak kadar imkânsız varlığını kapının kenarından izlesem..."
Eninde sonunda çocuktu daha. Aşkı, nefreti, zayıflığı, basiretsizliği, çaresizliği, pişmanlığı, bilemeyecek kadar çocuk. O zaman neden böyle durgundu. Neden yüzünde yılların yükü gibi yorgunluk
vardı.
Öpmek, sarılmak, okşamak... Dünyanın en iğrenç, en anlamsız eylemleri bunlar. Herkesin sıcaklığı, teri, kokusu kendinde kalsın. Mesafeleri yok etmeden sevemiyor mu insan? Birbirimizin alanına girmek, dokunmak şart mı?
Ben de belki de hiç burada olmamalıydım. En başında, kahvemi alıp geri dönmeliydim. Bir kadının keder, diğerinin pişmanlıkla sarsılmasına şahit olacak kadar güçlü değildim bu akşam.
“Bir ağızdan söylenen şarkıların efkarı, tokuşan kadehlerin lezzeti, bol telveli kahvelerin kokusu geldi yaşlı adamın penceresine. Onları aldı bağrına bastı, yıllardır görmediği sevdiğine kavuşur gibi, hasret kaldığı evladını kucaklar gibi kucakladı.”