1970’li yılların İzmir’i… Dik merdivenleriyle denizi ve insanları birbirine kavuşturan eski Rum mahallesinde yaşayan bir avuç bekleyici…
Kaderini komşu evlerin penceresinde birleştirmiş iki hüzünlü kadın, hayatın anlamını aşkla çözmeye çalışan bir çocuk ve aşk için ölmekten çekinmeyen savaşçı bir adam….
Günümüzün İstanbul’u… Denize nazır köşkünde, nefretini bir bastonu yere vurarak tüm dünyaya haykıran bir anne. O bastonun tehditkâr sesinin yankısında kaderlerinin yer değiştirdiğini bilmeden yaşayan üç kadın…
Zamana ve apayrı hayatlara, çaldığı şarkılar ve söylediği sözlerle köprü olan, özgürlüğün ve yalnızlığın ateşli savunucusu bir radyocu…
Ve hepsi bekledi…
Kimi, gidenlerin dönüşünü…
Kimi, dönmeyenlerin ölüşünü…
Melike, güllü sedirde ayaklarını altına topladı.
Canan, iyi bir kırmızı şarap seçmek için mahzenin kapısındaydı.
Rüzgâr usulca esip Derman'ın kıvırcık saçlarını karıştırırken, Lucia, parlattığı son gümüş parçayı da vitrindeki yerine kaldırıyordu.
Suna, radyoyu kapattı. Başucundaki kitaba uzanırken ellerine ilaç sürmediğini fark etti.
İncecik atıştırmaya başlayan yağmur altında Fuat, merdivene oturdu ve bir sigara yaktı.
Firuze Hanım, pırlanta taşlı saatinin kelepçesini ve saçlarının topuzunu açıp yatmaya hazırlanırken, Nergis için mahrum bir geceyi daha sessiz bir sabaha başlamanın vakti gelmişti.
Bir bekleyici nasıl beklemesi gerektiğini bilir. Bekleyiş ne kadar uzun sürerse, hasret o kadar anlamsızlaştırır zamanı. Saatler ve beklenenin yüzü birbirine karışır. Her şeyi unutulur o'nun; bir tek bakışı unutulmaz. O unutulsa, zaten bekleyici olunmaz.
Herkes birini bekledi. Kimi, gidenlerin dönüşünü... Kimi, dönmeyenlerin ölüşünü...
(Tanıtım Bülteninden)