İçinde yaşadığımız, Beckett'ın oyunlarını andıran evrendi, hem özenli hem de saçmaydı. Her şey hem açık seçik hem de silikti, tuhaf bir gizem ve saydamlık karışımından oluşuyordu.
Başlangıçta, içimdeki cinsel dürtülerin rahipliğe kabul edildiğimde yok olacağını düşünüyordum. Tıpkı bir aknenin ya da pudinge duyulan çocukça bir düşkünlüğün ya da çocuk poposundaki isiliğin iz bırakmadan silinip gitmesi gibi, insanın libidosundan da kolaylıkla kurtulabileceğini düşünüyordum.
Bir manastır hücresinde bir soykırım ya da mülteci akını düzenlemek ya da Birmanyalı çocukları köleliğe zorlamak son derece güçtür. Bu dindar gençlerin peçenin altına girmelerinin nedeni, dünyadan nefret etmeleri ve tensel zevklerden vazgeçmeleri değildi, çünkü bunları yeteri kadar tanımıyorlardı bile. Vazgeçtikleri dünya, sevdikleri bir dünyaydı; anne ve babalarıyla kardeşlerinin bulunduğu bir dünya, hırsın ve kötülüğün dünyası değildi. Onları, bir altın madencisi kadar sert ve bir icra memuru kadar katı olan bu ruhsuz varoluşun içine, yalnızca anlaşılması güç bir sevgi karmaşası sürüklemiş olabilirdi. Geceleri dua etmek için birkaç kere kalkar, kuşlar kadar az yer, kendilerine ait hiçbir malları olmaz ve yaşamlarının geri kalan günleri bu kapalı duvarlar arasında bir avuç tuhaf insanla geçirmek için yeterli bir sabra sahip olmak zorunda kalırlardı. Yaptıkları, Hizbullah'la birlikte bir süpürge dolabına kapanıp, canlarının okunmasına izin vermekti daha çok.
Saçmalık derecesine varan bir fantezi içinde, dünyanın en zengin üç adamının ortak servetleri, dünyadaki en yoksul 600 milyon kişinin malvarlığına eşittir. Öyküye, iç karartıcı duygusal bir hareket kazandırdığımızda, dünyanın en yoksul ülkelerinde saatte 200 bebeğin yaşamını yitirdiğini görebiliriz.
Bu fabl yalpalanarak daha sonraki aşamalarına ilerlediğinde, anlatısal birliğin son kırıntıları da, savaşların, açlıkların, diktatörlüklerin ve devrimlerin içinde parçalanıp yok olur ve yan kurgular havada öylece asılı kalır, aynı olaylar mantıksızca yinelenip durur, karakterler durmadan geri dönüştürülür ve verimli olabilecek kurgular dikkatsizce yok edilir. Kimse, bunların tek bir sözcüğüne bir an bile inanmaz.
Gerçekçilik, bazı sol çevrelerde çok az rastlanılan bir özelliktir. Geçenlerde Londra' da düzenlenen sosyalist bir konferansa katıldım. Genç bir işçi ayağa kalkıp, daha önce, bugünlerde olduğu kadar çok devrim fırsatlarının olmadığını söyledi. Belki de bir süre, karanlık bir odada kafasına bir kese kağıdı geçirerek oturmuş olmalıydı, fakat herkes onun söylediklerini coşkuyla alkışladı.
Böylesi gülünç yorumlar, sol çevrelerde işte böyle alkışlanır. Solda, çorak bir nükleer arazide tek bacaklarıyla yürümeye çalışırken, hala büyük bir umutla bir devrim bekleyen insanlar vardır. Böye bir ortamda, gerçekçilik kötümserlik olarak görülür, tıpkı Victoria dönemi orta sınıflarında olduğu gibi. Biçimsiz ve belirsiz olana karşı, erdemli bir korku vardır, tarihin daha trajik boyutları, nitelikli bir komedyenin ellerine bırakılır. 'Sürekli bir ilerleme dalgası'ndan ve 'yaklaşan kitlesel hareket'ten söz etmek; Ortodoks politikacıların hızla değişen bir dünyada yaşadığımızı söylemesi, bunu izleyen güçlü değişimlerle yüzleşmemiz gerektiği, fakat aynı anda da taze olanakları değerlendirmemiz gerektiği, partilerinin politikalarını eyleme döktüklerinde herkesin ne kadar kazançlı çıkacağını belirtmeleri ve en yüksek derecedeki birliğin, yalnızca en zengin çoğulculukla elde edilebileceği gibi sıradan birer klişe halini almıştır
Yerel partinin yönetim komitesiyle görüşmeye çağrıldım. İçlerinden birkaçını, birkaç mağazada kasanın arkasından bana bir et paketi ya da bir çift çorap uzatan satıcılar olarak tanıdığım bu kurulun üyeleri, donuk suratlı bürokratlardı.
Yirmi otuz yıldan sonra ilk kez, politikaya hiç ilgi duymayan bir öğrenci kuşağı yetişmişti. Ayrıksı ve uyuşuk bir biçimde, kavanozunda duran bir Japon balığı gibi kendi dünyalarında yaşıyorlardı.
Aslında akıllı bir insandı, ama ideoloji beynini yavaş yavaş kullanılmaz hale getirmişti. Fikirlere, bir güreşçi ya da borsacı kadar alerjisi vardı. Eline evrenin gizemi ile ilgili bir metin verdiğinizde, fark edeceği tek şey yanlış yere konmuş noktalı virgül olurdu.
Bu dünya, tatsız bir dünyaydı ve çocuklarına bu dünyada nasıl davranılmasını öğreterek onları işe yaramaz hale getiremezdi. Aşk yapılırdı, hissedilmezdi.
1970 yılında, tarihin en kanlı dönemi olan yirminci yüzyılda, insanların neden olduğunu ölümlerin 100 milyonu bulduğu saptandı. Bu tarihten otuz yıl sonra, bu rakama sayısız katliam daha eklendi. İnsanlığın öyküsü, sonu gelmez bir çentik ve oyuk uğultusundan oluşuyor ve dünyanın her yerinde tarih bunu kanıtlamaktadır.