"But never let it be doubted that depression, in its extreme form, is madness."
"Fakat asla depresyonun aşırı biçiminde delilik olduğuna şüphe edilmesine izin vermeyin."
Camus ile bir türlü tanışamamaktan doğan küskünlüğüm, hedefimi ramak kala sıyırtma başarısızlığımla iyice perçinlendi. 1960’ta Paris’e gittiğimde onunla görüşmeyi kararlaştırmıştım, yazar Romain Gary de bir mektubunda bana Camus ile birlikte olabileceğim bir akşam yemeği ayarlayacağından söz etmişti. O sıralar uzaktan tanıdığım, sonraları candan bir dost diye benimsediğim engin yetenekli yazar Gary, sık sık görüştüğü Camus’nün benim Un Lit de Ténébres’imi okuduğunu ve çok beğendiğini de iletmişti bana; tabii koltuklarım kabarmıştı, birlikte geçireceğimiz akşamın nefis olacağını seziyordum. Ama ben daha Fransa’ya gitmeden feci haber geldi: Camus bir araba kazasında, kırk altıncı yaşının baharındayken amansız ölüme kurban gitmişti. Hiç tanımadığım birinin ölümüyle bu kadar sarsıldığım olmamıştı. Ölümü üstüne sürekli düşünüyorum. Arabayı her ne kadar Camus sürmüyorduysa da sürücüyü tanımaması olanaksızdı, yayıncının oğlu hız-canavarlığıyla ünlüydü; demek ki bu kazada intiharımsı, en azından ölümle flört sayılabilecek bir gözükaralığın payı da vardı, bu yüzden olayla ilgili kestirimlerin dönüp dolaşıp yazarın yapıtlarındaki intihar temasında düğümlenmesi kaçınılmazdı. Yüzyılımızın en ünlü entelektüel bildirilerinden biri Sisyphos Miti’nin başında yer alır: “Gerçekten ciddi sayılacak bir tek felsefi sorun vardır, o da intihardır. Hayatın yaşanmaya değer olup olmadığı sorununda bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusunu yanıtlamakla eş değerdir.”