Her devletin üzerine kurulup geliştiği temelleri vardır.
Bu temelleri sarsarsanız, o devlet de sarsılır; yıkarsanız, o devlet de yıkılır. Türkiye Cumhuriyeti'nin temelleri ise Atatürk ilke ve devrimleridir ve bunların da başında laiklik gelir. O nedenle, laiklik ilkesi yaralanacak olursa, devlet ve toplum yapısında da yaralar açılır. Bizler bu gerçeği yaşayarak da görüyoruz. 2 Temmuz Sivas olaylarının ve daha önceki benzeri kıyımların nedeni, laiklik ilkesinin gereği gibi gözetilmemiş ve hattâ doğrudan doğruya iktidarlarca yıkılmaya kalkışılmış olmasından başka bir şey değildir.
Atatürk ilke ve devrimleri, yeri geldiğinde belirttiğim gibi, aynı zamanda demokrasinin önünü açmaya yönelmiş, "gerçek" bir demokrasinin varlık kazanabilmesi için gerekli olan koşulları yaratmayı amaçlamış bulunuyordu. İnönü, önce devrim karşıtlarını önemli görevlere getirerek ama daha da önemlisi devrimlerden ödün üstüne ödün vererek, üstelik dini siyasete âlet ederek, demokrasinin önünü böylece kendisi tıkamıştır. Öte yandan, yılların planlaması ve çabası sonucunda yaratılan Köy Enstitüleri'nin devrim düşmanlarınca acımasızca yıkılmasına göz yummasaydı, göz yummak ne demek, baş yıkıcısı Reşat Şemsettin Sirer'i Millî Eğitim Bakanı yapmasaydı, demokrasinin önündeki başlıca engel olan cahillik, boşinançlar, ağalık, şeyhlik... ten bugün iz kalmamış olacaktı.
Bugün, aşiret reisleri ve toprak ağaları T.B.M.M.'nin ceylan derisi kaplı koltuklarında oturamayacak, bakanlık yapamayacaklardı. Ama, o, Köy Enstitülü öğretmenin yerine İmam Hatipliyi, demokrasi gereği, geçirdi.
Sabahattin Ali : "Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer. Bir gün Almanlar'ın pabucunu yalayan, ertesi gün İngilizler'e takla atan, daha ertesi günü de Amerika'ya kavuk sallayan soysuzlar gibi olmak istemedik. Yalnız ve yalnız bir tek milletin önünde secdeye vardık. O da kendi cefakâr milletimizdir. Meğer ne büyük günah işlemişiz! Kanunlu, kanunsuz baskılar altında ezile ezile pestile döndük. Bugünün itibarlı kişileri gibi, kese doldurmadık, makam peşinde koşmadık, İç ve dış bankalara para yatırmak, han, apartman sahibi olmak, sağdan soldan vurmak ve milleti kasıp kavurmak emellerine kapılmadık. Bütün kavgamızda kendimiz için bir şey istemedik. Yalnız ve yalnız, bu yurdun bütün yükünü omuzlarında taşıyan milyonlarca insanın derdine derman olacak yolları araştırmak istedik. Bu ne affedilmez bir suçmuş meğer! Nerdeyse, yoldan geçerken mide uşakları arkamızdan bağıracaklar: 'Görüyor musun şu haini! İlle namuslu kalmak istiyor ve ahengimizi bozuyor...'Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?
Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer! Bereket, zora katlanmasını bilen millet de namuslu."
Bilindiği gibi, emperyalizm bir ülkeye yalnız silâh zoruyla girmez. Hedef seçtiği ülkenin insanlarının duygu ve düşüncelerini önceden öyle bir duruma sokar, öyle bir yönlendirir ki, o ülke insanları kendiliklerinden, isteyerek ve iyi bir şey yaptıklarını sanarak emperyalist güçlere ülkelerinin kapılarını açarlar, biraz iş bilenleri ise işbirlikçiler olarak bu emperyalist sömürüden pay da alırlar. Bunu sağlamanın yolları, ülkenin yazgısı üzerinde şu ya da bu ölçüde söz sahibi olabilecek kişileri ya kendi ülkelerine gelmelerini sağlayarak orada "eğitmek", geride kalanları ise yabancı dilde eğitim yapan ve belli bir dünya görüşünü öğrencilerine belleten eğitim kurumları açmak, kültür merkezleri kurmak, yaygın bir propaganda ağı içinde yoğurmaktır. Kitle ileişim araçları bu amaç için biçilmiş kaftandır. O nedenle, emperyalistler, ülkenin iletişim odaklarını doğrudan doğruya kendi denetimlerine sokmak isterler, bu yapılamıyorsa "eğitilmiş" kişilerin yönetiminde olması için çalışılır.
Çok kısaca formüle edersek, bence Atatürkçülük; bağımsız vatan topraklarında, bir ulus olma bilinciyle, başı dik, onurlu, sırtı pek, karnı tok "insan" olmak demektir.
D.P'nin kurulması ile birlikte karşıdevrim "resmen" başlamış oluyordu. Şimdi artık tüm devrimci atılım ve girişimlerin ortadan kaldırılmasına, bu başarılamazsa bunların etkisizleştirilmesine gelmişti sıra. Sıranın en başında da doğal olarak topraksız ve yoksul köylüyü topraklandırmayı ve aynı zamanda toprak ağalarının böylece güçlerini kırmayı amaçlayan Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu'nu geçersiz kılmak geliyordu.
Pekiyi, İsmet İnönü, silâh arkadaşı, 1923'den beri milletvekili, kendisi C.H.P. Genel Başkan Vekili sıfatını taşırken parti genel sekreteri, kabinesinin Millî Eğitim Bakanı, en kritik dönemde Hitler'in yanına Büyükelçi olarak gönderdiği ve son olarak genel başkanı olduğu partinin Gurup Başkan Vekili olan Saffet Arıkan'ın bu acı ölümü üzerine not defterine ne yazmış olabilir dersiniz? Örneğin, Tevfik Rüştü Aras ve Şükrü Kaya'yı bakanlıktan uzaklaştırınca sevincini nasıl defterine yansıtmışsa, bu kere de üzüntüsünü bir iki sözcük ile de olsa yine defterine geçirmiş olmalı değil mi? Yazdığı, şu iki sözcük:
"Arıkan'ın ölümü."
Tonguç'a göre iş yapmanın genel koşulları şunlardır:
Kötü, iyi kadar normal karşılanmalıdır. İnsanı sevmeli, işi sevdirmelidir. İşin kendi gerekleri göz önüne alınmalı, koşullar karşısında dayanıklı olmalıdır.
.....[Der ki] Halka ve köylüye güvenmedikçe, onlar sevilmedikçe hiçbir iş başarılamaz........
- Her iş belli koşullar altında yapılır. Kişi de, bu koşulları yene yene işi başarır. Hiçbir sıkıntı karşısımda benim gücüm bu kadardır, bundan fazlasını benden beklemeyin gibi bir mantığa sığınmayın. Bu ülke, evlatlarından, gerçek görevi asıl böyle zamanlarda ister.
......Tonguç'a göre bir işi başarıya götürmek için gerçekçi olmalı, aklını kullanmalı, daima yeniyi aramalıdır. İşbirliği yapmalı, işi birlikte yürütülmelidir. İşler yetenekli insanlarla, dürüstçe yürütülmelidir......
- Daima yeninin adamı olun. Görülmemiş, duyulmamış olanı gerçekleştirme yolunu tutun. Kendinize yeni yollar açın.
Zamanla bunları yapmayanlar da, sizin damganızla işaretlenen ve hayata yol gösteren izlerden yararlanarak, arkanızdan gelecektir.....
Tüm bu gelişim çizgisine karşın, Köy Enstitülerinin "babası", "Tonguç Baba” idi. Kuşkusuz, önceki düşünsel birikimden yararlanmıştı ama Köy Enstitüleri bir "eser" olarak onun eseriydi.
• Dış siyasal koşulların zorlamasıyla çok partili düzene geçildiği, başka bir deyişle de, bu geçiş, ülkenin kendi iç dinamiklerinden kaynaklanmadığı,
• C.H.P.'ne karşı olan muhalefetin dış güçlere arkasını dayayıp onlara sığındığı,
• Bu geçiş sırasında, demokrasinin varlık kazanıp yaşayabilmesi için gerekli koşullar bulunmadığı,
• Bu geçişte emekçi sınıfların örgütlenip siyasete ağırlıklarını koymalarını engellendiği,
• Bu koşullardan yararlanan ve C.H.P. içindeki ve çıkarları halkla çelişik toprak ağaları ve ticaret (ve sanayi) burjuvazisi tarafından D.P. kurulduğu,
• Devrimlere karşı olan ancak sinmiş ve pusuda bekleyen çevrelerin D.P.'yi karşıdevrim için bir olanak olarak değerlendirdikleri,
• D.P'nin bu sınıfsal yapısına karşın halktan yana gözükerek halkın önemli bir bölümünü arkasından sürüklediği,
• D.P'ye bağlanan halkın onun gerçekte ne olduğuna bakmaksızın onu yalnızca bir seçenek olarak görüp destekledikleri, için Türkiye'de çok partili "demokratik" düzene geçiş doğuştan özürlü olmuştur.
Bu nedenlerle de Türkiye'de çok partili düzen:
• Bir karşıdevrim olarak gelişecektir.
• Dış etki ve dışa bağımlılık, Türkiye'nin sömürgeleştirilmesi sürecini başlatacaktır.
Engin Tonguç, babasının Arıkan'ın ölüm haberini alınca hemen gittiğini, Arıkan'ı yatağında ölü yatarken gördüğünü eve dönünce anlattığını bildiriyor. İsmail Hakkı Tonguç'un görüp anlattıklarını Engin Tonguç'tan dinleyelim:
“1947 yılı sonlarıydı. Bir sabah evden telefonla babamı aradılar. Arayan kimdi bilmiyorum. Acele çıkıp gitti. Daha sonra bize kendisine Arıkan'ın ölümünü bildirdiklerini, ona gittiğini, Arıkan'ın yatağında cansız yattığını gördüğünü, yatağın yanındaki masada bazı ilâç kutuları ve bir kağıt üzerine çizilmiş bir mezar resmi bulunduğunu anlatacaktı." Bu tablo, tipik bir intihar tablosuydu.Ne var ki, gazeteler Arıkan'ın ölüm nedenini kalp krizi olarak vereceklerdi.