Tam tren hareket ederken bizimle birlikte yolculuk eden hastane emir eri Barselona'ya değil de Tarragona'ya gideceğimizi laf arasında söylemez mi! Makinist fikrini değiştirmişti zannederim. Kendi kendime "tam ispanyolların yapacağı bir iş!" dedim. Fakat, sırf ben bu durumu açıklamak için ikinci bir telgraf çekeyim diye, bu kere de treni beklemeleri yine ispanya 'nın şanına layıktı, asıl ispanyollara en yakışanı, çekilen telgrafın hiçbir zaman yerine ulaşmaması oldu.
Beşik sallamaktan başka bir şey bilmezmiş gibi görünen bu tatlı, kara gözlü, son derece dişi yaratık aslında temmuzdaki sokak çarpışmalarında kahramanca savaşmıştı.
Uygar yaşamın bir çok normal etkenleri - züppelik, para peşinde koşmak, patrondan korkmak vb. - tamamen sona ermişti. Toplumun olağan sınıf ayrımı, İngiltere 'nin para kokan havasıyla karşılaştırıldığında neredeyse düşünülemeyecek bir dereceye inmişti, bizden ve köylülerden başka kimse yoktu ve kimse kimsenin efendisi değildi. Kuşkusuz, böyle bir durum devam edemezdi. Bu, tüm yeryüzünde oynanmakta olan bir oyunun içinde, geçici ve yerel bir aşamaydı. Fakat onu yaşayan bir kimse üzerinde etkisini bırakmaya yetecek kadar uzun sürdü yine de.
Gözüme çarpan bir yazıda, Atholl Düşesi (17 Ekim 1937 tarihli Sunday Express'te) şöyle yazıyordu :
Valensiya, Madrid ve Barselona 'daydım... Her üç şehirde de hiçbir biçimde zora başvurulmadan mükemmel bir düzen hüküm sürüyordu. Kaldığım tüm oteller, tereyağı ve kahve kıtlığına rağmen yalnız "normal" ve "nezih" değil, aşırı derecede rahattı da.
Şık otellerin dışında başka hiçbir şeye dikkat etmemek İngiliz seyyahlarına mahsus bir şey. Atholl Düşesi için tereyağı bulabildiklerini ümit ederim.