Bir kentin terk edilmesi her zaman o kentin işgal ettiği mekânın terk edilmesi anlamına gelmiyor. İnsanlar o kentte yaşarken de, bazen o kenti terk etmiş olabiliyor.
İtikâftaki insanın yaşadığı ilk vuslat bizzat kendisiyledir. O, kendini tanımaya başladıkça "o" olanı tanımanın yolunu da açmaya teşebbüs ettiğini fark ediyor: o'ndan kendi zatına, kendi zatından o'na yol buluyor ve böyle böyle yol alınıyor.
Fakat mutekifin zaferi, asıl, hücresinden dışarıya, öteki insanların arasına karışmasıyla ortaya çıkacaktır ve yalnız bu durumda ortaya çıkacaktır. Çünkü mutekifin öteki insanlarla vuslatı vuku bulmadıkça o itikâfın hedefine vardığını iddia etmek kolay olmaz. İnsanın kendi başına yaşadığı bir itikâfa olsa olsa bir itikâfın yarısıdır denebilir. Asıl vuslat, gerçek vuslat başkalarıyla irtibata geçerek gerçekleştirilmiş olacaktır. Mutekifin iç huzuru, vuslat heyecanı merkezden muhite doğru dalga dalga yayılacaktır. O zaman, mutekifin yanağında ve kalbinde oluşan gülücüğe yüklenen anlam, yeni doğmuş bir bebeğin gülümseyişine atıfta bulunacaktır: çünkü dışa vuran aynı masumiyettir.
Kent hayatı, insanın, insanî macerasının somutlaşmış halidir diyebiliriz. İnsanın birey olarak kendi içinde taşıdığı çelişkiler, onun toplum hayatında da somutlaşıyor ve aynı çelişkiler onların bir arada yaşamaları halinde de ortaya çıkıyor: şuna bakılsın: mescitler ve genelevler, meyhaneler ve aşevleri, hırsızlar ve emekçiler, veliler ve fahişeler, âkiller ve meczuplar, kulübeler ve apartmanlar.. yan yana, iç içe, birbirlerini kollayarak, dahası birbirlerini himaye ederek aynı kentin seması altında himaye buluyorlar. İşte böylesine bir ortamda, bu ateşi avucunda tutmak zorunda kaldığını, ateşi avucunda tutarken, gene aynı avucundaki buzu eritmeme görevini üstlenmiş olduğuna bakarak o sırat köprüsünü geçmeye hazırlandığını düşünüyorsun: demek oluyor ki, bir kentli, sürekli biçimde böyle bir sırat köprüsünün üzerinde duruyor. Zor bir işin üstesinden gelinmesi gerekiyor: insanın, insan olduğunu ona hatırlatan ve onun sürek- li biçimde bir sınavda olduğunu ona duyuran bu zorluk değil mi: o, bir damdan ötekine sıçrarken; ekmeğini kazanırken, helalin ve haramın kıl denli ince sınırlarını gözetmek zorundadır: onu murakabeye sürükleyen de bu zorunluluktur. O, zaman zaman kent hayatının bu zorunluluklarının dışına çıkma ihtiyacını hissedecek ve kendini yenilemenin yolunu arayacaktır.
...hedef, hareket halindeki bir otomobilin farları gibi, daima ilerleyen ve önde duran bir yerdedir: insanın kendisi durmadıkça ulaşmak istediği hedefi sabitleştiremez.
Zaman zaman, dön dolaş aynı noktaya gelip takıldığımı, belki daha isabetli bir ifadeyle hiçbir yere kıpırdamamış olduğumu hissediyor; yalnız bunu hissetmekle de kalmıyor, bu hissi de daha önce yaşamış olduğum hissine yakalanıyorum.
Bir muhataranın bedeli ödenmeden, hiçbir yolculuk hiçbir yere varmaz. Benim en müemmen diye bildiğim bir yolculuğun bile bir muhatarası ve dolayısıyla bir bedeli bulunmaktadır.