Misafir, duygulanmış bir halde ona baktı. “Beni tamamen affettiğini, beni sevdiğini bu sözlerinden anlıyorum; en içten teşekkürlerimi kabul et” dedi. Yerinden fırlayıp bütün heybetiyle Yunanlının önünde durdu. Yunanlı, misafirinin cengâverce duruşundan,
şimşekler çakan koyu siyah gözlerinden, esrar dolu, kalın sesinden âdeta ürküyordu. O: “Teklifin güzel,
diye sözüne devamı etti; herhangi bir başkası için cazibeli olabilirdi ama, ben bundan istifade edemem. Atım daha şimdiden eyerlenmiş duruyor, adamlarım şimdiden beni bekliyorlar: elveda, Zaleukos!”
Mukadderatın o kadar garip bir şekilde birleştirdiği bu iki dost, ayrılmak üzere biribirine sarıldı. “Söyle, seni nasıl adlandırayım? Hâtıramda ebediyen yaşıyacak olan misafirimin adı nedir? diye Yunanlı sordu.
Yabancı, ona uzun uzun baktı, elini bir kere daha sıkarak: “Bana çöllerin hâkimi derler; ben Haydut Orbasan’ım” dedi.
SON
Yalnız kafesli küçük bir pencereden az bir ışık alan harap odada yere konmuş büyük bir baykuş gördü. Bunun kocaman, yuvarlak gözlerinden iri yaşlar yuvarlanıyor, zavallı kuş boğuk sesle eğri gagasından
şikâyetlerini haykırıyordu. Fakat, Halifeyi ve bu arada usulca gelmiş olan vezirini görünce bir sevinç çığlığı kopardı. Kahverengi benekli kanadiyle zarif bir şekilde göz yaşlarını sildi, her iki leyleği de hayrette bırakarak
güzel bir insan Arapçası ile; “Hoş geldiniz, leylekler!” dedi. “Siz, benim kurtulmam için iyi bir alâmetsiniz. Çünkü, leylekler tarafından bana büyük bir saadet geleceğini bir zamanlar söylemişlerdi.” Halife, hayreti geçip de kendisini toparlayınca, uzun boynu ile eğildi, ince ayaklarına zarif bir vaziyet
vererek dedi ki: “Ey baykuş! Sözlerine bakılırsa, seni ıstırabımın bir arkadaşı olarak görebilirim. Fakat, ne
yazık! Bizim vasıtamızla kurtulma ümidin boşunadır.
Hikâyemizi dinlersen, çaresizliğimizi sen de anlarsın.”
Baykuş, bunu anlatmasını Halifeden rica etti. Halife de bizim bildiğimiz hikâyeyi ona anlattı.