HER CAN, ÖLÜMÜ TADACAKTIR...
Sırrı çözülemeyen, devası bulunamayan (hoş, dert mi ki devası aransın?), arzulanan, kaçılan, yenmek için dünyaları dolaştıran, bilmem ne dağının ardındaki sudan, bilmem ne ormanındaki ağacın meyvesinden medet umduran, ona yaklaştıkça, aslında yaklaşıldığını beyhude inkara kalkıştıran, kiminin ağır ağır, kimininse koştura koştura gittiği, kiminin mahşeri kalabalıklarla, kimininse birkaç yarenle yürüdüğü o yol... Sonunda herkesi eşitleyen...
Emile Zola, bu kısacık kitaptaki beş kısacık öyküsüyle bizi ölümle tanıştırmıyor aslında. Kitabın adından da anlaşılacağı üzere, kimin nasıl öldüğünü, daha doğrusu kimin nasıl yaşadığını, muhteşem anlatımıyla ve okuyucuyu o ölüm sahnesinin içine bırakırcasına aktarıyor. Soylunun da, yoksulun da ölüm döşeğinin yanıbaşına oturuyor, son nefeslerini alış verişlerini duyarken kimine acıyor, kimineyse kızıyorsunuz. "Şunu şöyle yapsaydın daha iyi olmaz mıydı, acaba biraz daha mı kendine özen gösterseydin, iş güç derken kendini bu kadar kaybetmese miydin, gözün açık gitmektense, ölüm döşeğine varmadan şunu da yapsa mıydın" derken bütün bu pişmanlıklar, "keşke"ler veyahut "gözü arkada kalmama"lar, ölümün gelip defteri kapamasıyla birlikte toprağa karışıveriyor. Ardında kalanlar? Kimine bu ölüm huzur veriyor, kimi üzerinden yükü alınmışçasına rahatlıyor, kimi, kendi de o yolu yürüyene dek acısını peşinden götürüyor, kimi ise hiçbir şey olmamışçasına yoluna devam ediyor...