Konuları, birer anekdot formatında düzenli bir biçimde özetlenebilecek öyküler vardır; bir anekdottan öteye geçmeyen öyküler vardır; kurgunun anlık eylem, karşı-eylem ve düğüm noktası tarafından durmadan kesildiği öyküler vardır; yaşama teğet açıdan şöyle bir bakıp geçen öyküler vardır; söyleyeceklerini kısa kesen, yalnızca bir epizot olan öyküler vardır; alegorik, serüven dolu, düşünsel, bütünüyle betimleyici, özgün ve psikolojik öyküler vardır; yalnızca röportaj formatında olan öyküler vardır; hiçbir şey söylemiyormuş izlenimi vererek her şeyden söz eden öyküler vardır.
Bir roman yazarken, yazar yaşayan insanlar yaratmak zorundadır; karakter değil, insan yaratmalıdır... Eger roman yazarının yarattıği bu insanlar, eski ustalardan, müzikten, çağdaş resimden, yazından ya da bilimden söz ediyorsa, romanda da bu konuların konuşulması gerekir. Eger bu konular konuşulmazsa, fakat yazar karakterleri konuşturursa, o zaman ortada bir sahtecilik vardır. Eğer bu konularda ne kadar bilgili olduğunu göstermek için yazar konuşuyorsa, o zaman da gösteriş yapıyor demektir. Bu bilgileri aktarırken kullandığı dil ne kadar alımlı, güzel ya da uygun olursa olsun, büyük bir bencillik yaparak yapıtını rezil etmiş olur." (Hemingway)
Son otuz yılda ise, kısa öykü betimsel olmaktan çok, dramatik öğeler taşıdığını, sinematik etkilere daha yakın olduğunu gösterdi. A.E. Coppard, kısa öykü ve sinemanın aynı sanat dalının dışa vurumları olduğu düşüncesini ileri sürmüştür.
Gökyüzü nasıl tuğlalardan yapılmamışsa, öykülerin de boru hatları gibi döşenmediğini unutmamak gerek.
Tüm bu tanımların ortak bir noktası daha var. Hiçbiri, kısa öykünün romanla karşılaştırıldığında, karakter seçimi ve zaman kullanımı gibi konularda daha geniş bir özgürlüğe sahip olduğuna değinmiyorlar. Roman, ağırlıklı olarak yaşamın
Savaş yalnızca toplumun her kesimindeki sosyal bariyerleri yıkmakla kalmamış, özellikle yazarlar için geçerli olan toplumsal sınırları da yeniden çizmiştir.