Deniz ve onun aracılığıyla gelen her şey bilinçaltını yüzeye çıkarıyor bu kasabada. Oysa aynı zamanda ekmek tekneleri, geçim kaynakları. Yine de ondan gelecek olan bir “yabancı” saklı kalan korkuları yüzeye doğru üfürüyor. Hatta sadece denizden değil, nereden gelirse gelsin, ne olursa olsun, onlardan olmayan her şey, hem bir tehdit hem bir merak nesnesi hem de duyguları uçlara sürükleyen bir bilinmezlik.
Çok sevdiğim ve etkilendiğim bir İran filmi var: Gav (İnek). Bu filmin senaristi de olan Gulam Hüseyin Sâedi aynı zamanda bir doktor; psikiyatr. İran’ın Marquez’i olarak anılıyor. Şimdi, doktorluk mesleği gereği insanlar hakkında gerçekçi ve etkileyici gözlemler yapan birinin bunu büyülü gerçekçilikle birleştirdiğinde ortaya çıkabilecek metinleri düşünün. Sonra da buna biraz sinematografi ekleyin. Tabi İran sinemasını düşünerek.
Birbirine bağlı öykülerin oluşturduğu bir roman. Söylemek istediği çoğu şeyi bir inci gibi istiridye kabuklarının arasında saklıyor. Metaforlarla dolu bir yolculuk. Ne okudum ben, cümlesini memnuniyetsizlikle de kurabilirsiniz, hayranlıkla da. Ben ikinci taraftayım.