Yavuz, at sırtında geçirdiği saltanat günlerinin her birinde bir ayrı rüyayı gerçekleştirmek için uğraşan adamdır ve kader onu ekseriya şark milletleriyle uğraşmaya sevketmiştir. İlginçtir ki Yavuz daha çocukluğundan itibaren Farsça öğrenimine özen göstermiş ve lalası şair Halimi ile Farsça şiirler okurken bundan ayrı bir lezzet aldığını söylemekten çekinmemiştir.
Belki de zaferlerinin sırrı, bilahare sultan olarak ömrünün kısm-ı azamını geçireceği toprakların coğrafyasından evvel sosyolojisini, folklorunu, inancını, örf ve adetlerini vs. öğrenmiş olmaktır. Nitekim daha şehzadeliğinde İran ile alakalı her şeye ilgi duyduğunu tarih kitapları ittifakla kaydederler.
Zamanın bütün insanlara reva gördüğü bir oyun vardır. Adını eskiler 'nisyan' koymuşlar. Unutulmak, tarihin hafızasından silinmek gibi bir şey. Nedense zaman bu oyunu Türk coğrafyasında daha kolay oynuyor ve bizler de bu oyunu kolaylaştırırcasına bazen bir Kaşıkçı Elması'na ancak modern sanat mimarimizin temeline dökülen harcın içinde bir çakıl taşı muamelesini reva görüyoruz. Üstelik kırat terazimiz de yanlış tartıyor ve gerek kişileri, gerekse eserleri adamına göre değerlendiriyoruz.
Aşk ile şiir, ki birbirlerine en fazla yakışırlar, yekdiğerinin lazım-ı gayr-ı mufarıkıdır. Aşkı şiirsiz, şiiri de aşksız düşünmek zordur. Belki bu yüzden olsa gerek klasik edebiyatımızın hemen bütün şiirleri aşk hamuruyla yoğurulmuştur.
Aşkı arayanlar, bize göre Yunus kadar Eşrefoğlu'nun da şiirlerini okumalılar. İşte onun, aşkı din ve iman olarak gören bir yakarışı:
Ey Allah'ım beni Sen'den ayırma
Beni Sen'in didarından ayırma
Seni sevmek benim dinim imanım
İlahi din ü imandan ayırma
Kulluğu sultanlıktan önde tutan bu anlayıştır ki atalarımızın asırlar boyunca zaferler kazanmasına vesile olmuştur. Ne zaman ki bu anlayış zayıflamaya başlamış, cihan devleti Osmanlı da cihanda kan kaybeden bir hasta mesabesine düşmüştür.