Üstadımız Cemil Meriç, her zamanki gibi daldan dala atlayarak bir ummanda seyahat ettirdi bizi. Bölük pörçük ve kısa ziyaretler! Tam bir seyahatname; kah Hint tütsülerini koklatıyor, kah Britanya kıyılarını gezdiriyor. Medresli Cevdet Paşa'nın elini öptüğümüz de oldu, Sultan Fatih'in yüzüğünü de. Yeri geldi Mickiewicz'den şiir aldık, yeri geldi Joseph von Hommer'dan tarih dinledik. Büyük zevkti.
Üstad, ben senin gibi değilim. Kamus'larda yüzmeye hiç cesaret edemedim. Kamuslar, deryalar.. Ne ürkütücü, uçsuz bucaksız. Her kelime için Kamus'ların tozunu yutsaydım, delirirdim. Bu kitaplar, adama kendi varlığını sorgulatır. Merak ediyorum, bu deryalarda yüzerken kollarının yorulduğu hiç oldu mu? Hangi yöne yüzdüğünü bilmeyiş, ürküttü mü? Daha önemlisi, kıyıdan açılırken boğulurum diye korktun mu? Yaşamanı ne çok isterdim! Sen, kayığıyla tufanlara dalan ihtiyar bir balıkçı. Bense, sahil fenerinden teknene bakan çocuk.
Kitapların her birini aziz bilmişsin; kütüphane, senin için bir mabed. Derin bir hissiyat, derin bir seziş. Bu yeteneklerin mabedinin nimetleri. Yaşasaydın eğer, mabedinin kapılarına kadar gelirdim. Kovardın, orası ayrı mesele. Yine de gelirdim. Sen: takkesiz derviş, kalemi olan bir yeniçeri, bilgelik yayan bir çınar ağacı.. Heyhat! Sen gibi irfan peşinde olan Türk aydını var mı? Rahmet sana minnet sana...