“Zamanın ibresinin hiçliğe doğru hızla ilerlemesine üzülmenin anlamı yok; çünkü evrende var olan ve kurtarmak isteyeceğimiz her şey için, var olmak demek, tam da bu yanmak demek, o kadar; alevinkinden başka var olma tarzı yok.”
Demek ki, her koleksiyon gibi, bu da bir günce: Yolculuk güncesi, elbette, ama duygular, ruh halleri, keyifli-keyifsiz anlar güncesi aynı zamanda; her ne kadar Leningrad'ın soğuk toprak rengi kumu ya da Copacabana'nın kum rengi incecik kumu ile bu kumları burada şişelenip etiketlenmiş görmenin yarattığı duygular arasında gerçekten bir benzerliğin var olduğundan emin olamasak da. Ya da belki de, insanı gerek koleksiyon oluşturmaya, gerek günce tutmaya iten o karanlık saplantının -yani, varoluşumuzun akıp gidişini, dağılıp yok olmaktan kurtardığımız bir dizi nesneye ya da düşüncelerin sürekli akışının dışında netlik kazanmış bir dizi yazılı satıra dönüştürme gereksinmesinin- güncesi yalnızca.
18. yüzyıldan itibaren Amerika, Avrupa için siyasal ve entelektüel fikirlerin ve mitlerin ete kemiğe bürünmesidir: Rouseau'nun "soylu vahşi"si, Montesquieu'nün demokrasisi, Kızılderililerin romantik büyüsü, köleliğe karşı savaş.
Hepimiz öğrenmişizdir: Yeni Dünya'yı keşfetmek oldukça güç bir girişimdi. Ama bir kez Yeni Dünya'yı keşfettikten sonra, daha da güç olanı, onu görmek, yeni, yepyeni olduğunu, yeni olarak hep karşılaşmayı beklediğimiz her şeyden farklı olduğunu anlamaktı. Ve doğal olarak sorulacak soru şu: Bugün yeni bir Yeni Dünya keşfedilseydi, onu görebilir miydik? Gözlerimizin önünde belirecek olan gerçek farklılığı yakalayabilmek için, farklı bir dünya beklentisiyle bağlantılandırmaya alıştığımız bütün imgeler ( sözgelimi, bilimkurgunun imgelerini) zihnimizden söküp atabilir miydik?