O Çanakkale yazılır şey mi? O ne kudret-i kalemiyye, o ne akıcı üslüp, o ne heyecan! Sonra o tükürün diye başlayan mısralar.
O sakin insan nasıl onları yazabilmiş... Efendim, Akif Bey'in hem kudret-i şâirânesini hem zevk-i şi'rîsini isbat eden çok yerler var. Meselâ Ahiret Yolu şiirinde "musallâ taşı"na hitâben yazdığı
kıt'alar vardır.
Orada bir kelime var. Yıllarca, o kelime beni deli, divâne etti. Bu kelimeyi ancak Akif gibi bir şair koyabilirdi:
Senin en son serîrindir şu bî-pervâ uzanmış taş
Bu mısradaki "bî-pervâ" kelimesi... Be Allah'ın kulu, bu kelimeyi nasıl buldun, nasıl buraya böyle koydun. Mezarlıkta cenaze namazı kılınmak için tabutun üzerine konulduğu taş, musallâ. Uzun bir taş, serîr gibi, yatak gibi, taht gibi uzun, uzanmış... Ama bi-pervâ, hiç birşeye aldırmıyor, sereserpe uzanmış... Bir tarafta mezarlar, cenazeler, ağlayanlar... Bunların önünde, arasında, bi- pervâ uzanmış bir taş... İnsanların, üzerine, cansız olarak son defa
uzandıkları yer.
Ya, Çanakkale'deki, Bir hilâl uğruna yâ Rab, ne güneşler batıyor! Bu nasıl söylenir? Bu ne demek yahu! Bu ilham... İnsanı vecde getirir, deli divâne eder. Ben, yıllarca bunun tesiri altında kaldım... Mustafa Sabri Efendi böyle söyleyince, sordum:
"Efendim, bunları Âkif Bey'e de söylediniz mi?"
"Aaa, kaç kere! Mütevâzı insan. Ben şiirlerini medhederken, utanır, terler, mendiliyle alnını silerdi..."