Savaş siyasetin ne hedefi ne de içeriğidir, onun gerçek bir olasılık olarak daima mevcut olan öncülüdür... başka pek çok durumda olduğu gibi burada da istisnai olan, şeylerin özünün açığa çıkmasında belirleyici bir rol oynar.
Modern trajedinin ikinci amansız düşmanı da paradır. Kuşku yok ki para, uzlaşı ve muğlaklığın en önde gelen cisimleşmesidir: Para hem hastalık hem de hastalığı tedavi edecek ilacı getirir; yolu yoksul mahallelerden de sanat eserlerinden de geçer; sömürünün sonucudur ama hayır için kullanılabilir. Parada kesinlikle herhangi bir safiyet yoktur ("Senin, benim, herkesin kölesidir o"); onu 19. yüzyıldaki Büyük Toplumsallaşmanın esnek ve vazgeçilmez vasıtası kılan tam da bu özelliğidir. Bu çağ boyunca modem bireyin oluşumu giderek bu yeni toplumsal menteşeye havale edildi: Trilling'in Sincerity and Authenticity'de (İçtenlik ve Sahicilik) kullandığı terimlerle söyleyecek olursak, "olma"nın değil, "sahip olma"nın alanına. Roman da kendi adına bu gelişmeyi kaydetmekle kalmadı, Goethe'den Balzac'a bir neslin ömrü zarfında, onu tipik bir modern efsaneye dönüştürdü. Ama lbsen'de bu paradigma tersine çevrilir: onun eserlerinde para insanların kendini şekillendirmesine değil bozulmasına yol açar ve kişinin hakikati ancak (ansızın başa gelebilecek) parasızlık halinde tam olarak anlaşılabilir. İşte modem trajedinin o kadar tanıdık karakterleri olan alacaklı ve şantajcıların kökeni burada yatar: bunlar birey olarak ilginç olmamakla birlikte dramatik işlevleri bakımından (ya da Strindberg'in Alacaklılar'ında olduğu gibi birer eğretileme olarak) hayati bir rol oynarlar. Bu karakterler dünyadan parayı çekerler ve böyle yapmakla insanları kendi hakikatleriyle acı verici ama çoğu zaman yeniden doğuşla sonuçlanan yüzleşmelere zorlarlar
Romanlar hikayeleri durdurabilirler elbette, ama tarihi durduramazlar. Ve tarihsel akışı resmetmek için kullandığımız biçimler kimliğimizin şekillenmesi açısından büyük önem taşır
Modemizm konusunda Marksist eleştiri içinde hakim olan tavır son yirmi yılda tamamen değişmiştir. Özetle, Modemist edebiyatın Marksist açıdan okunuşunda, zaten kendileri de şu veya bu şekilde Modernizmin parçası olan yorumlama teorilerine yaslanılıyor giderek (Rus Biçimciliği, Bahtin'in çalışmaları, "açık" metin teorileri, yapıbozum gibi). Bu ani mesafe kaybı kaçınılmaz olarak bir tür yorum bilgisel fasit daireye yol açıyor. Ama bence daha da önemli bir dönüşüm var ki o da değerler ve değer yargıları alanında olandır; son dönem Marksist eleştiri bu konuda "Modernizmin savunusu"nun sol versiyonundan öte bir şey üretememiştir. Benjamin ya da Adorno'nunkiler gibi öncü bir takım Marksist çalışmalari düşünmek bile bu kültürel tornistanın boyutlarını görmemize yetecektir. Benjamin ile Adorno "fragmanter" metinleri melankoli, acı, savunmasızlık, umudu yitirme gibi şeylerle ilişkilendiriyordu; oysa bugün aynı metinler anlamsal özgürlük, bütünsellikten kurtarma ve üretimde çeşitlilik gibi çok daha heyecan verici kavramları akla getiriyor. Benjamin ile Adorno modern edebiyatın kasıtlı müphemliğini bir tehlike alameti olarak görüyordu; şimdilerde ise bu, tamamen serbest bir yorumlama oyununa davet olarak algılanıyor. Onlara göre modern dünyanın en önemli romancısı kesinlikle Franz Kafka'ydı; bugünse bu paye, gene kesinlikle, eserleri en az Kafka'nınkiler kadar büyük olan ama onlar kadar ivedilik taşımayan ve tekinsiz olmayan James Joyce'a verilmiş durumda.
20.yy çalışma içinde yeni bir çalışma kültürü geliştirmedi: çalışma ile kültür arasındaki uçurumu daha da büyüttü. Batı'da artık kimse çalışmanın dünyaya bir anlamlılık katabileceğine inanmıyor (aynı şeyi siyaset için de söyleyebiliriz). Hayatı yaşamaya değer kılan değerler başka yerde aranıyor: çalışmaya ve siyasete, ancak ve ancak bu ikisiyle hiçbir ilişkisi kalmamış o başka yerin kapılarını açtıkları ölçüde tahammül ediliyor (tahammül, daha fazlası değil).