Uzun zamandan beri sitedeki sessizliğimi bozacak bir eser arayıp duruyordum. Ya okuduklarımı çok beğenmiyor ya da kitap hakkında yeteri kadar araştırma yapacak vakti bulamıyordum ta ki Muhadarat ile ilgili bir makale ödevim oluncaya dek. Bu vesile ile siteye de bir inceleme yazısı yazmak için kolları sıvadım.
Eseri anlatmaya öncelikle yazardan, Fatma Âliye Hanım’dan başlamak daha doğru olacak diye düşünüyorum. Fatma Âliye, Türk edebiyatında ilk kadın romancı olması sebebiyle önemli bir yere sahip, onu bu kadar önemli kılan bir diğer unsur da sanıyorum ki babasının Ahmed Cevdet Paşa olmasıdır. Evet evet, Ahmed Cevdet Paşa çoğumuzun ismen de olsa bildiği meşhur Mecelle’nin yazarı olan tarihçi ve hukukçu. Her ne kadar Fatma Âliye’nin aydın bir çevresi olsa da o zamanlar bir kadının okuması, tahsil görmesi elbette ki zor ve meşakkatli. Fatma Âliye Hanım abisi Sedat Bey’e ders vermek için gelen hocaları gizliden gizliye dinleyerek bir şeyler öğrenip kendini geliştiriyor. Daha sonra henüz 17 yaşındayken Abdülhamid’in yaverlerinden biri olan Faik Bey ile evlenir. İşte tam da bu nokta Muhadarat romanı için önemli ipuçlarının olduğu bir kısımdır çünkü bu evlilik hiç de Fatma Âliye’nin hayal ettiği gibi bir evlilik değildir, eşi kendinden bilgi ve donanım açısından çok aşağılardadır, onun piyano çalmasını istemez, kıskanır; yazı yazmasına bile müsaade etmediği dönemler olmuştur. Fatma Âliye ise okumaya, yazmaya, öğrenmeye aç bir kişidir.
Muhadarat’ı bu hayal kırıklığı ve dengesiz, eşitliksiz evliliğin mahsulü olarak görmek sanırım yanlış olmaz. Romanda ana karakter Fâzıla, terbiyeli, iyi bir aile eğitimi almış güzel mi güzel bir kızdır. Üvey annesi tarafından hiç sevilmez çirkin oyunlarla sevdiği, senelerdir hayalini kurduğu Mukaddem yerine kendisiyle hiç de denk olmayan, bilgisiz, bayağı fakat zengin Remzi adında biriyle evlenir. Remzi gözü dışarıda olan biridir, Fâzıla aklını kullanıp eşini elinde tutmak için olanca gayretini gösterse de Remzi ne yazık ki bunların hiçbirinden anlamaz. Babasının evine dönmek ister babası üvey annesinin etkisi altında kalıp ona sırtını döner. Fâzıla yine de babasına gücenmez.(İşte tam bir ideal insan. İtaatkâr, saygılı) Daha sonra ne yapacağını bilemeyen Fâzıla’yı hayat Beyrut’a sürükler. İşte bu roman tam da bu noktaya kadar Fâzıla’nın sergüzeştidir bence ve hatta Fatma Âliye’nin. Kendi evliliğinden pek ağzı yanmış olacak ki evliliklerde eşlerin birbirine denk olması gerektiğini düşünmüştür Âliye. Beyrut’ta yepyeni bir yaşamın içinde bulur kendini, bambaşka insanlarla beraberdir. Artık bambaşka bir hayatı olsa da onu da çabucak benimseyip etraftan takdirleri toplamayı başarır. Fâzıla kitabın sonuna kadar rol modeldir. İyi bir insanda olması gereken bütün vasıfları üzerinde taşır. Bununla birlikte yazar sık sık Fâzıla ile başkalarını –yakın arkadaşı Fevkiye’yi mesela- kıyaslayıp, Fâzıla’nın aklına, mantığına, edebine, saygısına vurgu ve övgü yapar. Fâzıla, güçlü ve ayakları üstünde durmayı başarabilen bir karakterdir. Bir kadının şimdi bile kendi ayakları üstünde durmasının zor olduğu zamanlar varken eserin yazıldığı dönemdeki zorluğu siz hesap edin.
Fâzıla’nın Remzi ile yaptığı evlilik muhtemeldir ki eserin yaratıcısı, Âliye’nin Faik Bey ile yaptığı evliliğin ürünüdür. Fâzıla Âliye’nin vücut bulmuş halidir. Fâzıla gibi akıllı bir kız eşinin kendisine denk olmadığını elbetteki bilmesine rağmen bu durum ona itaatkar ve hürmetkar tutum sergilemesine zeval getirmez. “İtaat” kelimesi kitapla en çok ilgiyi kurduğum ve okurken sık sık da karşılaştığım bir kelime oldu. Zaman zaman bu kelimenin geçtiği yerlerde “bu kadarı da abartı ama” deyip kitabın kapağını kapatmak istediğim kısımlar olduysa da kitabın yaklaşık 130 sene önce yazılmış olduğunu düşünüp kitabı okumaya devam ettim. Muhadarat birçok açıdan da klasik bir eserdir. Dönemin eserlerinde olması gereken pek çok unsuru barındırır bünyesinde. Akıl almaz tesadüflerin kitapta hakim olduğunu söylemeden edemeyeceğim. Öyleki bu tesadüfler zaman zaman yüzümü buruşturup eserin gerçeklikten uzaklaşmasına sebep olduysa da, eseri dönemi ile incelemek gerekliliğine binaen bu durum da normal geldi bir müddet sonra. Bununla birlikte kitabı okurken mutlak iyi ve kötü çarpışmasını sıklıkla görüyoruz. Sanırım “iyi” karakterin kim olduğunu dememe gerek yoktur. Dönemin aile hayatını da gözler önüne serer bu eser. Bu kalabalık ailenin içinde cariyeler de vardır ki kimisi ailenin huzurunu bozup alt-üst edebilecekken, kimisinin ise evin büyük bir yükünü hafifletip iyi bir hizmetkar olduğu görülür.
Yazar her ne kadar hayal kırıklıklarıyla dolu, kendi içinde yapayalnız, kimsesiz kaldığı; deyim yerindeyse kendisine ait bir odasının bile olmadığı sıkıntılı ve zaman zaman sanattan uzak-mecburi bir uzaklıktır bu- bir evlilik hayatı geçirmiş olsa da kim bilir belki bu evliliği yapmasa Muhadarat’ı da yazmayacaktı. Eşi belki de kendisine güzel bir yol arkadaşlığı yapamaması sebebiyle o insanlara evlilik ve aile hakkındaki düşüncelerini bir eser vererek aktarmak istemiştir. Kim bilir… Muhadarat Fatma Âliye’nin hayatının ne kadarını yansıtır bu konu hakkında bir şey söylemek elbetteki güç fakat hayatından izler taşıdığı da muhakkak. Bununla birlikte kitabı okuduktan sonra yazarla ilgili araştırmalar da yapınca Fâzıla ve Âliye’yi birbirinden ayıramadığımı da söylemeliyim. Kitapla alakalı söylenmesi gereken daha pek çok nokta vardır eminim ki bir müddet sonra “keşke şunları da yazsaydım” diyeceğime eminim. Son olarak incelememi çok sevdiğim bir alıntıyla noktalıyorum.
" Şu seviyorum kelimesi ne acayip kelimedir! Ne kadar çok söylenmiş olduğu halde eskimez! Soğuk olmaz! Modası geçmez! Tesirine zarar gelmez! Bir bedbahtın saadetine, bir mesutun felaketine sebep olabilir. Kimini canına kadar kıydırır, kimini cananına beğendirir." (s. 194)