Günlerdir bitmeyen ve beni resmen yatağa düşürmüş bir hastalıkla cebelleşiyorum: kafam sanki bugüne dek sadece ağrı çekmiş sıcak koca bir kütle , yastığıma yastık eklesem ya da ilaç içsem bir şey farketmiyor. Günlerdir devam ediyor...bütün bu ağrılı günlerim art arda okuduğum iki Stefan Zweig kitabıyla bir nebze güzelleşti, ağrıları biraz olsun dindirdim. Dün "Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu"nu okuyup edebiyat cennetlerinde ferahlamıştım, Allahtan bugün de Mürebbiye kitabıyla ağrıya sızıya hastalığa inat birbirinden güzel, birbirinden lezzetli 4 hikâyeyle akşamlık ilacımı da almış oldum. Şurası artık kesin ki; Stefan Zweig'ı okumaya devam edeceğim. Çünkü yazarın insan ruhuna kalemiyle teması, ruha verdiği önem, insan ruhunu böylesine çıplak gösterebilme mahareti onun kalburüstü bir edebiyatçı olduğunun kanıtları. Kitabın sonuna geldiğim anda bile ilk hikâyedeki çocuklar aklımdan çıkmış değildi, ya da bir diğer hikâyede Margaret'in yirmi beş sene sonra çocukluğunda aşık olduğu ünlü oyuncuya vefa borcunu ödeyişinin yarattığı iyimserlik de öyle. Bunu Zweig nasıl başarıyor? Bu karakterler neden bu kadar canlı, bu kadar gerçek? Bunu ancak has bir edebiyatçı yapabilir. Kalemiyle karakterlere böylesine ruh ve can verebilen bir yazar gerçekten ve ancak hakiki ve büyük edebiyatçılardan biri olabilir... Zweig gibi.